İyi Kitap

Çocuk ve Gençlik Kitapları Dergisi

Arslan oğlanın, fırından yeni çıkmış öyküleri

Arslan oğlanın, fırından yeni çıkmış öyküleri

Ceylan USLU

Karganın Rengi, Arslan Sayman’ın sıcak, samimi öykülerini biraraya getiriyor. Sayman öykülerinde çocukların hem gündelik hem de gerçekçi sorunlarına çocuklarla birlikte cevap aramaya çalışıyor.

Saçları inattan dimdik olmuş iki çocuk kıyasıya tartışıyor; karga kara mı yoksa siyah mı? Karganın Rengi, bu iki inatçı çocuğun öyküsüyle açılıyor. İki yakın dost olan Cenk’le Emre’nin bu inatlaşması, birbirlerine duydukları sevginin ve yakınlığın gücüyle tatlıya bağlanıyor. Arslan Sayman, kaleme aldığı öykülerinde sevgi, anlayış ve hoşgörüyü ön plana çıkararak çocuklara kavgasız bir dünyanın da mümkün olabileceğini hissettirmek istiyor. Ama bunu yaparken çocuklara bir
şeyleri dayatan, mesaj kaygısıyla yüklü cümleler kurmaktan özellikle kaçınıyor. Arslan Sayman’la yeni öyküleri ve çocuk edebiyatı üzerine söyleştik.

Söyleşimize genel bir soruyla başlamak istiyorum. Öykülerinizde içiçe geçmiş birçok tema bulmak mümkün, örneğin aynı öykü içinde sır saklamanın öneminden hayvan sevgisine, sorumluluk duygusuna kadar çocukların sosyal yaşamında birincil öneme sahip temaları işleyebiliyorsunuz. Bu temaları hangi kriterleri gözeterek seçiyor ve harmanlıyorsunuz? Daha açık ifade edersem, temalarınızı yetişkinlerin çocuklardan beklentilerine göre mi, yoksa çocukların sosyal hayatlarında karşılaşabilecekleri sorunlara göre mi belirlemeyi tercih ediyorsunuz?

Kesinlikle ikincisi. Temalarımı seçerken yetişkinleri hiç ama hiç düşünmüyorum. Bir yetişkin olarak kendimi bile geri plana itmeye özen gösteriyorum. Açıkçası şunu da eklemeliyim, illa tematik bir yan olsun, bir mesaj vereyim, ders çıkartılsın diyerek, zorlayarak, kaygılanarak yazmıyorum öykülerimi. Hatta bundan özellikle kaçınıyorum.

Öykülerinizin bir diğer ilgi çekici özelliği de, dikkatli çocuk okurların kulağına yeni şeyler fısıldayarak onların merakını uyandırıyor olması: Ahmet Hamdi Amca’nın kim olduğu, Samed Behrengi’nin kitaplarında neler anlattığı, gündelik kavramların dışında kullanılmayı bekleyen yüzlerce yeni kavram olduğu, başka
sevme ve hissetme yolları olabileceği vb. gibi. Çocuklara bir şeyleri doğrudan empoze etmektense onların kendilerinin keşfetmesini sağlamak sizin temel ilkelerinizden biri gibi duruyor.

Bunu bir övgü olarak değerlendiriyor ve sevinçle kabul ediyorum. Empoze etmek zaten sevimsiz bir şey. Empoze kulağa hoş geliyor ama anlamı biliyorsunuz ‘dayatma’ demek. Çocukların özellikle bundan sıkıldıklarını, nefret ettiklerini biliyorum. Ayrıca bana da ‘empoze’ edilmesini hoş bulmam, bulmuyorum. Öyleyse
neden çocuklara herhangi bir şeyi ‘dayatayım’ ki?

İlk öykünüz ‘Karganın Rengi’nde Cenk’le Emre’nin karganın rengi konusunda inatlaşmasına şahit oluyoruz. Bu tatlı inatlaşma sürerken Cenk’in annesiyle babasının boşanacağı ve bu nedenle taşınmaları gerektiği ortaya çıkıyor. Anne ve babanın ayrılması bugünün çocuklarının daha sık yaşadıkları ve onlara korkunç görünen bir sorun. Bu kadar güncel bir soruna, sizce çocuk edebiyatımız gereken önemi veriyor mu?

Tabii ki hayır. Hatta izleyebildiğim kadarıyla bu tür konulardan kaçınılıyor. Nedenleri üzerinde yorum yapamayacağım. Ben ailelerin parçalanması, boşanma, çocuk istismarı gibi konuları da çocuklarla paylaşmayı sürdüreceğim. O öyküde Cenk’in bu durum karşısındaki düşüncelerini aktardığı bir cümlesi var. Çok açıklayıcı bir cümle bu. Cenk anne babasının ayrılacağını öğrendiğinde, “Çocuklar böyle şeyleri anlamaz sanıyorlar, ama büyükler çok yanılıyorlar… bir evin
içinde bunlar konuşuluyorsa bizim duymamamız mümkün mü?” diyor. Ne kadar doğru, değil mi?

‘Karganın Rengi’, iki sıkı dostun mektuplaşmasıyla son buluyor. Şunu merak ediyorum, elektronik iletişim araçlarının kullanıldığı günümüzde çocuklar, mektubu eski ve ilkel bir iletişim aracı olarak mı bilecek? Yoksa onlar da mektup yazmanın zevkini, mektup beklemenin heyecanını duyabilecekler mi?

Sanmıyorum. Mektup bugün ‘modası geçmiş’ bir iletişim biçimi. Artık yeni iletişim araçları var ve çocuklar bu araçları ustalıkla kullanıyorlar. Zaten öyküde de modern iletişim araçlarına ulaşımları geçici olarak kısıtlandığı için, Cenk’in annesinin yönlendirmesiyle mektup devreye giriyor. Ben bu duruma ahlanıp vahlanan biri değilim. Ben de uzunca bir süredir mektup yazmadım, mektup almadım. Fakat her gün maillerime bakıyor, onlarca mail atıyorum. Ama bugünlerde
şöyle sayfalar dolusu bir mektup gelse fena olmazdı… Ama nerdeeee?

Şunu da sormadan edemeyeceğim; peki sizce karga ne renk?

Kuzguni siyah. (Gülüyor.) ‘Ilgın’ın Fili’ adlı öykünüzde, çocuklara hayvan beslemenin hafif bir iş olmadığını, onların da birer canlı olduğunu, ancak belli koşullar sağlandığında bir hayvan sahibi olunabileceğini anlatıyorsunuz. Bana bu tür duyarlıklar ancak çocukken edinilebilirmiş gibi geliyor, bu konuda siz ne düşünüyorsunuz?

Çok doğru bir yaklaşım. Size katılmamak mümkün değil. O öyküyü tam da bu nedenle yazdım. Aslında o sevimli köpeğin üzerinden sorumluluk fikrini anlatmaya çalıştım.

Sır vermek, sır saklamak. Çocuklar için ortak bir sırra sahip olmak, özel bir bağa sahip olmak anlamına gelir. Ama nedense sır vermekten çok sır tutmak büyük önem taşır. Siz ‘Ilgın’ın Fili’nde sır vermenin karşı tarafa yüklediği sorumluluğa işaret ederek çocuklara durumun diğer cephesini de gösteriyorsunuz.

Ben birine sır vermenin çok bencil bir dürtüyle yapıldığını düşünenlerdenim. Sır verirken belki paylaşmak ve rahatlamak istiyoruz. Verdiğimiz sırrı tutmasını istediğimiz insanı ise hiç düşünmüyoruz.

‘Nikbin’in Gece Gezmesi’ küçük bir kızın kendinden farklı olanla kurduğu ilişkiyi ele alıyor. Çocukların kendilerinden farklı olanla kurdukları ilişkide acımasız olmamaları için neler yapılabilir? Burada edebiyata düşen rol nedir?

Bu soru saatler boyunca konuşmayı, sayfalar dolusu bir yanıtı gerektirir. Ben yapmaya çalıştığımı söyleyerek sizi yanıtlayayım. ‘Farklı’ olanı sürekli yazmak, çocukları ‘farklı’ olanlarla yüzyüze getirmek, ‘farklı’ olan ne varsa anlatmak ve farklılıkların da hayata ait olduğuna vurgu yapmak.

‘Sevgili Mandolonim’ adlı öykünüzü okurken gülümsemeden edemedim açıkcası. ‘Mandolin’ denince gözümün önünde hemen, çocukken alınmış ve hiç çalınmadan dolabın üstünde tozlanmaya bırakılmış bir alet beliriyor. Öykünün kahramanları da tıpkı birçok küçük hevesli gibi zavallı mandolini tozlanmaya terk
edecekken son anda vazgeçip, onu çalmayı başarıyorlar. Kahramanlarınızın bu başarısını neye bağlıyorsunuz?

Mesleğini çok seven iyi bir öğretmene ve o öğretmenin akılcı yönlendirmesine bağlıyorum. Böyle başarısız bir mandolin çalma macerası benim de başımdan geçti. Ama o iyi öğretmen benim hayat öykümde yoktu. O nedenle Sevgili Mandolinim isimli öyküdeki çocuklar çok şanslılar.

Son olarak şunu sormak isterim; öykülerinizde genelde ideal karakterler yer alıyor. Örneğin anne ve babalar çok anlayışlı, boşanacak bile olsalar çocuklarına bunu yansıtmıyorlar, çocuklar hiç kavga etmiyorlar, çevrelerine karşı son derece duyarlılar. Bunu tercih etmenizin bir nedeni var mı?

Bunun bir tercih olduğunu söyleyemem. Belki de için için şunu amaçlıyor olabilir miyim? Kitaplarımı, öykülerimi okuyan çocukların ebeveynlerine, kavgacı arkadaşlarına, çevrelerine karşı duyarsız çocuklara kitabımı gösterip “Bu kitaptaki anne babalar, arkadaşlar, çocuklar gibi davranabilirsiniz,” demelerini, benim öykülerimdeki kahramanları örnek olarak göstermelerini istiyor olabilir miyim?

Karganın Rengi
Arslan Sayman
Resimleyen: Deniz Üçbaşaran
Tudem Yayınları / 104 sayfa

 

Show More