İyi Kitap

Çocuk ve Gençlik Kitapları Dergisi

Nasrettin Hoca neden komiktir?

“Nasrettin Hoca neden komiktir?”

Oscar BRENIFIER

Filozof Çocuk dizisinin yazarı Fransız filozof Oscar Brenifier, Nasrettin Hoca’yı, onun mizahını ve bu mizahın evrenselliğini bir felsefecinin gözüyle değerlendirdi. Yazarın Tudem Yayınları için hazırladığı kapsamlı bir Nasrettin Hoca kitabı da bu sonbaharda raflardaki yerini alacak.

Nasrettin Hoca komiktir. Bunu kimse inkâr edemez. Onu anlatan veya ona ait olan fıkraların üstünden yüzyıllar geçmiş olmasına rağmen, hâlâ çok rağbet görmesinin nedeni de budur. Gelgelelim Nasrettin Hoca’nın komik,
belki haddinden fazla komik olması aynı zamanda bir sorun teşkil eder. Onun fıkralarını dinlemeyi veya anlatmayı seven birçok kişi gülmekle, sadece gülmekle yetinir. Gülmeleri, bu kişilerin fıkraların daha derin anlamını sezmediği anlamına gelmez. Ama en azından şunu söyleyebiliriz ki; Nasrettin Hoca’dan bahsederken verilen öncelikli tepki, bu derin anlamla ilişkili değildir. Çoğu Nasrettin Hoca meraklısı onu bir filozof olarak düşünmez. Hoca’dan filozof sıfatıyla bahsedildiğinde, bu büyük bir şaşkınlığa, hatta anlaşmazlığa yol açar. Elbette özlü sözlerde yer yer Hoca’nın adı geçer; bazı fıkralarından, gündelik hayatta yol gösterici bir ders olarak faydalanılır. Ama gerek halk gerekse uzmanlar onun fıkralarının birçoğundaki düşünsel niteliği büyük ölçüde ihmal eder.

Nasrettin Hoca’nın bizi güldürürken düşündürmesinin farklı nedenleri olsa da, bu nedenlerin hepsi onun alışılmışın dışında bir karakter olmasıyla bağlantılıdır. Bunun öncelikli nedeni, Nasrettin’in gerçekten yaşamış bir kişi
olmamasıdır. Zaten felsefe pratiği tam da öznenin varolmama yetisini, yani
kendinden çıkma yeteneğini geliştirmesini gerektirir. Nasrettin Hoca her
şeyden evvel bir efsanedir; size onun Konya Akşehir’de, 1284’te gömüldüğü
mezarı göstereceğini iddia edenlerin çıkması bu gerçeği değiştirmez.

Tarihte böyle biri yaşamışsa bile, bu muazzam fıkra külliyatı için ancak bir başlangıç noktası oluşturduğu söylenebilir. Azımsanmayacak sayıdaki bu komik ve abes fıkraların kahramanı birçok farklı durumla karşılaşır ve yerine göre bir köylü, imam, kayıkçı, başıboş dolaşan bir hatip, doktor, öğretmen ya da hâkim olarak karşımıza çıkar. Kimi zaman bekâr, kimi zaman tek ya da iki kadınlı olan bu kahraman, eşcinsel ilişki bile kurabiliyordur. Fakat fıkralarda yer yer Timur’un soytarısı olarak tasvir ediliyor olması, onun varlığının efsane olduğu konusundaki bütün şüpheleri ortadan kaldırır, çünkü Timur Anadolu’yu ancak 14. yüzyılın sonunda işgal etmiştir. Homeros’un Odysseus’u gibi, Nasrettin Hoca da hem bir kişi hem de hiç kimsedir: Özgül bir kişi olmaktan çok −sözlü ve yazılı− bir geleneğin
temsilcisidir. Zaten fıkraları da gücünü, anıtlaşmış bir kahraman veya abidevi bir yapıt sunmasından değil, bir hayat okulu niteliği taşımasından alır. Nasrettin Hoca farklı ülkelerde farklı isimlerle –örneğin; Mağrip’te Jiha, Çin’de Afandi, Yunanistan’da Nastradhin Chotzas ve İsrail’de Hersch adıyla− karşımıza çıksa da, gittiği her yerde bu hayat okulu geleneğini temsil eder. Türkçedeki ilk adı olan ve “dinin ihtişamı” anlamına gelen Nasrettin, dünyanın bu bölgelerinde sık rastlanan bir isimken, “hoca” sözcüğü ise genel anlamıyla “usta” demektir.

YAŞAYAN BİR EFSANE
Nasrettin Hoca’nın sıradışılığının ikinci nedeni, kişiliğinin ve hakkında anlatılanların herkese hitap etmesidir. Kolayca kulaktan kulağa aktarılan bu fıkralar, onu bir halk kahramanı haline getirmiştir. Ayrıca bunlar sadece komik ve eğlenceli olmakla kalmayan, eğitsel yönleriyle de kulağımıza küpe olan fıkralardır. Her dinleyen onları kendi deneyimlerinden hareketle, kendi kavlince anlar. Dolayısıyla bu fıkraların farklı kültürlerde nasıl anlatıldığını görmek ilginçtir. Dinleyenlerin bu fıkralara hangi bağlamda, hangi ayrıntı ve abesliklerine göre tepki gösterdiği, dinleyicinin kimliğini ve nasıl bir düşünce biçimine sahip olduğunu ortaya koyar. Fıkranın anlaşılmamasında
bile bir fayda vardır, çünkü kişi bu sayede kendi bilgisizliğinin veya körlüğünün farkına varır.

Nasrettin Hoca’yı alışılmışın dışında bir karakter yapan üçüncü neden, fıkralarının çok çeşitli konuları ele almasıdır, çünkü bunlar belli bir yazarı değil, bir geleneği temsil eden fıkralardır. Bu fıkralarda etik, mantık ve davranışlardan tutun da varoluşsal, sosyolojik, siyasi, metafizik ve ailevi meselelere kadar birçok sorun ele alınır. Daha da uzatılabilecek olan bu liste, eleştirel düşünceye sahip kişinin karşısına çıkan geniş çaplı sorun ve paradoksları içerir. Bunların birçoğu ilk bakışta o kadar da mühim olmayan yüzeysel meseleler gibi görünmesine rağmen, varlığın gerçekliğine dair derinlikli bir kavrayışı ortaya koyar. “Klasik” filozof, felsefe yapmak için –bizim yaptığımız tarzda− kavramsallaştırma ve analizin gerekli olduğunu iddia etse bile, içeriğin bu şekilde formelleştirilmesinin kısırlaştırıcı bir işlev üstlendiği ve bilgi  yanılsaması yarattığı söylenerek buna karşı çıkılabilir.

Ama felsefenin tabiatı ve biçimi konusundaki tartışmayı şimdilik bir tarafa bırakalım. Fıkraları anlamamıza yardımcı olabilecek bağlamsal bir ipucu da, Nasrettin Hoca’nın tasavvuf geleneğiyle olan ilişkisidir. Zira Nasrettin Hoca fıkralarının aktarılmasında, onun çağdaşı ve komşusu olan büyük mistik şair Mevlana’nın temsilciliğini yaptığı tasavvuf geleneği de etkili olmuştur.

Yaşayan bir efsane olarak Nasrettin Hoca’yı nevi şahsına münhasır bir karakter yapan dördüncü neden, son derece kışkırtıcı bir kişiliğe sahip olmasıdır. Siyaseten doğruculuğun veya felsefi uygunluğun, uygar toplumun vahşetini örtmek için ahlak ve “iyi davranışı” teşvik ettiği günümüz açısından, çok faydalı olabilecek bir yönü vardır Nasrettin Hoca’nın: En büyük kişilik kusurlarının hepsine sahip biridir o. Bir yalancı, korkak, hırsız, ikiyüzlü, bencil, görgüsüz, küfürbaz, tembel, paragöz, güvenilmez ve dinsiz biri olarak karşımıza çıkar. Bununla beraber, en göze çarpan özelliği budalalığı veya ahmaklığıdır, üstelik kelimenin tam anlamıyla bir budaladır o. Nasrettin Hoca bu grotesk kişilik özelliklerinin hepsini cömertçe sergilerken, okura adeta ayna tutar. Bu özelliklerin abartılı grotesk sunumu, okurun onları fark etmesini kolaylaştırır. Bu yönüyle Nasrettin Hoca bizi kendi benliğimizin abesliğini, kişisel varlığımızın hiçliğini sorgulamaya, kabul etmeye ve bundan eğlence çıkarmaya davet eder. Böylece bizi iyi vicdanlı yaptığı farz edilen ama kişisel ve toplumsal anlamda zoraki birer yalandan ibaret olan her tür sahtelikten kurtularak, zihnimizi ve varoluşumuzu özgürleştirmenin bir yolunu sunar. Nasrettin Hoca’nın bu varoluş tarzı, bugün modern Batı kültüründe yere göğe sığdırılamayan bireysellik kültünün yanı sıra, kimlik ve mutluluk yolundaki yapay ve süreğen arayışımıza vurulmuş ağır ve yerinde bir darbedir. Nasrettin, berbat “küçük yalanları” sayesinde, “büyük yalanı” tüm çıplaklığıyla görmemize yardımcı olur.

Nasrettin Hoca’yı alışılmışın dışına çıkaran beşinci özelliği, her türden otoriteyle özgür bir ilişki kurmasıdır. Dinî, siyasi, hukuki, akademik, hatta
ev içi otoritenin karşısında, Nasrettin edebini bozmadan özgür kişiliğini muhafaza etmeyi bilir. Büyüğüyle küçüğüyle egemen iktidarın –Foucault mikro-iktidarlardan bahseder− ikiyüzlülüğünü ve yalanlarını ifşa etmekten
çekinmez, ama onun gerçek ve zorunlu konumunun da farkındadır. Sözgelimi Timur’u eleştirirken amacı, onu daha adil veya mantıklı davranmaya yöneltmektir. Müminleri veya imamın birini eleştirdiğinde, onların dinin özüne daha uygun davranmasını sağlamayı amaçlıyordur. Bir
âlimi eleştirdiğinde ise onu daha bilgece hareket etmeye davet ediyordur. Zira Nasrettin Hoca’ya göre, otoriteyle ilgili asıl mesele, kendi üzerimizdeki
otoritemizdir; yani kendimizi hakikat ve doğruluğa yöneltmek yerine, yapay
ve geleneksel kalıplara uydurmak için uyguladığımız otoritedir.

Sonuç olarak, Nasrettin Hoca’nın karakterinde genel bir paradoks mevcuttur. O bizimle beraber kusurlu, bizim egolarımızla beraber yıkıcı ve acımasızdır. Zaten onu tam da bu yüzden severiz. Felsefi uygunluğun hüküm
sürdüğü, bizden hep nazik olmamızın ve herkesi mutlu etmemizin beklendiği, tam da “ahlak” diye bir şey kalmadığı için ahlaktan bu kadar çok dem vurulan bir çağda, Nasrettin Hoca, bireye “değer vermek” ve ona kendisini iyi hissettirmek gibi bir çabaya girmez. Ona göre felsefe yapmak, bu kadar ben-merkezli ve kör olan tekil varlığın, insan ferdinin hiçliğini göstermek anlamına gelir.

Peki ama en yakın arkadaşımızdan bile gelse kabul etmeyeceğimiz bu katı eleştirileri Nasrettin Hoca’dan gelince neden öpüp başımıza koyuyoruz? Bunun bir nedeni, onun kendisine karşı da acımasız olmasıdır; bu yönü onu bizim kardeşimiz yapar, bize bizden daha yakın kılar. Bize ne kadar ahmak olduğumuzu göstermek için kendini feda eden, bizi alaya almak için kendiyle dalga geçen bir kardeştir o. Aksi ve muzip bir sevecenliktir onunki. Ters çevrilmiş bir çeşit İsa figürü ve ironi hususunda Sokrates’in bir adım ötesine geçmiş iyi huylu bir sinik olarak, insan soyunun bütün ahmaklık, yalan ve bayağılıklarını kendi üstüne alır.

Öte yandan, Nasrettin Hoca’ya bir şehit muamelesi yapmaktan sakınmamız
gerekir, çünkü o böyle aptalca ve duygusal bir fikre gülüp geçecektir. Bununla birlikte, onunla ilgili aptalca fikirlere sahip olmamızda bir sakınca yoktur. Çünkü görünen o ki, Nasrettin Hoca’nın nazarında dert, insanların ahmaklığına son vermek değil, onlara koca birer ahmak olduklarını bir nebze de olsa göstermektir. Mesele ahmaklığı düzeltmek değildir, çünkü ya
bunun bir yolu yoktur ya da ortada düzeltilecek bir şey yoktur.

 

Show More