İyi Kitap

Çocuk ve Gençlik Kitapları Dergisi

Eleştiren bilinç, özgürleştiren eğitim…

Eğitimin asıl amacı, bireyi başkasının işine yarar biri yapmak değildir. Esas olan, bireyi kendine yeterli hâle getirmek, ona yaşam becerileri kazandırmak ve hayata hazırlamaktır. Eleştirel Pedagoji dergisi yaklaşık 6 yıldır bu gerçeği dillendiriyor.

Şiirsel TAŞ – Zarife BİLİZ

Ocak 2009’da çıkmaya başlayan ve o günden bu yana yayın hayatını aralıksız sürdüren Eleştirel Pedagoji dergisi, adını özellikle akademik çevrelerde ilgi gören uluslararası politik bir eğitim hareketinden alıyor. Marksizm’den ve Frankfurt Okulu gibi Marksizm kaynaklı düşünce topluluklarından etkilenen Eleştirel Pedagoji hareketi, dünyanın önde gelen eleştirel eğitimcilerinden Brezilyalı Paulo Freire’nin düşüncelerinden ilham almış. Hareket özünde, öğrencilerin özgürlük bilinci geliştirmesine, otoriter eğilimlerin farkına varmasına ve bilgiyi güç hâline getirip yapıcı eyleme dökmesine yardımcı olma, eğitimi bu yönde dönüştürme amacını taşıyor. Ülkemizde kısa bir dönem hayata geçirilen Köy Enstitüleri’ni kısmen de olsa Eleştirel Pedagoji hareketinin uygulama alanı içinde görmek mümkün.Adını ve çıkış noktasını bu hareketten alan Eleştirel Pedagoji dergisi de amacını neoliberal ve her türden gerici politikanın eleştirisini yapmak, kamusal bir eğitimin gerçekleşmesi yönünde zihinsel katkı sunup pratikler geliştirmek olarak tanımlıyor. Derginin Genel Yayın Yönetmeni Ünal Özmen’le dergiye, eğitime ve ülkemizdeki sorunlara dair sohbet ettik.

Eleştirel Pedagoji, kavram olarak neyi ifade ediyor? Eleştirel Pedagoji dergisi nasıl bir noktadan yola çıkarak ve hangi ihtiyaçlardan ötürü yayın hayatına başladı, derginin hedef kitlesi kimler ve nasıl bir işlevi olması hedeflendi?

Türkiye’de, öğretim programları, ders kitapları, öğretme yöntem ve teknikleri; öğretmenin rolü, örgütsel yapı, finansman yolları gibi eğitim sistemine yön ve biçim veren belli başlı uygulamalar 2003’ten sonra kapsamlı bir değişime tabi tutuldu. İnşa edilen bu eğitim anlayışı, hem eleştirdiği sistemin iki yüz yıllık birikimini tümüyle reddediyor hem de bilimi, bilginin esas kaynağı olarak ele almıyordu. Eğitimde özelleştirmeyi öngörmesiyle birlikte düşünüldüğünde bu politikanın kamu yararını gözetmediği, bilimsel ve laik olamayacağı açıktı. Fakat değişim fikri yapılandırmacılık, öğrenci merkezlilik, katılımcılık gibi Türkiye için yeni sayılan kavramlarla ve üstelik mevcut sistemin kusurlarıyla birlikte piyasaya sürülmüştü. Bütün bu olup bitenleri anlamak, anlamlandırıp kamuoyunu bilgilendirmek gerekiyordu. Ancak tümüyle Batılı ekonomik kuruluşların denetimindeki siyasal örgütlerde üretilen ve onlar tarafından finanse edilen bu yeni eğitim politikasını kavramamız, eleştiri geleneği zayıf bir kültürün işi değildi. Batılı entelektüellerin geçmiş deneyimlerinden yararlanarak geliştirdikleri Eleştirel Pedagoji hareketinden destek almak gerekiyordu. Bu ihtiyaçtan hareketle Ocak 2006’da Zil ve Teneffüs dergisi doğdu. Zil ve Teneffüs’ün kapanmasıyla bu misyonu, ilk sayısı Ocak 2009’da çıkan Eleştirel Pedagoji dergisi üstlendi. Eleştirel Pedagoji’nin yayın anlayışı, neoliberal ve her türden gerici politikaların eleştirisiyle birlikte kamusal bir eğitimin gerçekleşmesi yönünde zihinsel katkı sunmak ve pratikler geliştirmektir. Eleştirel Pedagoji, akademik bilgiden beslenmekle birlikte politik bir dergidir. Eğitimi sorun olarak ele alan herkesi hedef kitlemiz olarak görüyoruz.

Sözünü ettiğiniz bu hareketin dünyada ve Türkiye’de uygulamaları var mı?

Eleştirel Pedagoji, özellikle akademik çevrelerde ilgi gören uluslararası politik bir eğitim hareketinin adıdır. Marksizm ve Frankfurt Okulu gibi ondan etkilenen düşünce topluluklarından etkilenmekle birlikte taraftarları, daha ziyade Brezilyalı eğitimci Paulo Freire’ye atıfta bulunur. Freire’nin anlayışında eğitim, insanların iktidar mantığına uygun hâle getirilme aracı olarak görüldüğü egemen yaklaşıma karşın, insanın içinde bulunduğu durumu eleştirel ve yaratıcı bakış açısıyla ele alıp kendini ve dünyayı değiştirecek bilince erişme süreci olarak görülür. Eğitimi eleştirel bilinç edinme olarak tasarlayan Freire, modelini, yetişkin okuma yazma eğitimini yönettiği ülkesinde kısa süre de olsa uygulamış ve başarılı sonuçlar almıştır. Köy Enstitüleri, bu eğitim felsefesinin karşılığı olmasa da benzerlikler taşımaktadır.

Öğrenci-öğretmen-ebeveyn üçgeninde Türkiye’deki eğitim sistemi içinde mevcut pedagojik yaklaşımı nasıl değerlendiriyorsunuz? Yıllar içinde nereden nereye gelindi? Neler yapılması gerek?

Eğitim sisteminin içinde bulunduğu durumdan memnun olan kimse yok. Sistemin size verdiği bilgi, kazandırmaya çalıştığı beceri işinize yaramıyor; duygusal tatmin sağlamıyor. Daha da kötüsü, mevcut yeteneklerinizi de köreltiyor. Dünyada öğrencisini, öğretmen ve velisini en mutsuz eden eğitim Türkiye’dedir desek haksızlık yapmış sayılmayız. 2003’ten beri değiştirilmesi için emek, para ve zaman harcanan müfredat ve ders kitaplarında iyileşme sağlanamadı. Spor ve sanat derslerine yer verilmeyerek sosyal beceriler ihmal ediliyor; niteliği bir yana bilgi, hâlâ aktarmacı ve ezbere dayalı yöntemlerle kazandırılmaya çalışılıyor. Buna karşılık başarı kaydedilen tek alan, din eğitiminde alınan yol oldu. Seçmelisi dâhil haftada 8 saati bulan din dersleri, bilim derslerinden çalınan sürelerin yerine kondu. Ortaokulda azaltılan fen dersinin ilkokul 3. sınıfa aktarılması, bu sınıfta haftada iki saat olan beden eğitimi dersinin bir saate indirilmesine yol açmıştır. Türkiye’de eğitim, son derece otoriter ve toplumu disipline eden bir anlayışı yansıtmaktadır: Eğitimin temel bileşeni olan okul yönetimi, üniversiteler, müfredat, eğitim materyalleri, mevzuat, her şey ama her şey bir merkezin kontrolünde. Bu durum, özgürleşme süreci olması gereken eğitim için, hele hele çok sayıda kültürü barındıran bu ülke için tehlikeli bir durumdur.

Gelir dağılımındaki eşitsizliğin de bundan etkilendiği ve bu duruma ayrıca bir katkı sağladığından söz edebiliriz sanırım…

Eğitim, 1980’li yıllardan itibaren, herhangi bir mal gibi pazarlanan hizmet alanına dönüştürüldü. O zamandan bu yana, AKP hükümetleriyle giderek artan ve somutlaşan biçimde, eğitimde özelleştirme ekonomik hedefler arasına alındı. Kamu kaynaklarıyla inşa edilmiş eğitim kurumlarının özel girişimcilere tahsis edilmesi, parasal teşviklerle devlet okullarındaki kayıtlı öğrencilerin özel okullara yönlendirilmesi yasallaştı. Bu, bilinçli bir şekilde devlet okullarının işlemez hâle getirilmesi, eğitimin kamusal hizmetlerden çıkarılması anlamına gelmektedir. Kamuoyunda hâkim anlayış, özel okulların “nitelikli”, devlet okullarının niteliksiz olduğu yönünde. Parası olanın “nitelikli” olanı satın aldığı yerde, niteliksiz olan gelir düzeyi düşük yoksullara kalır.

Türkiye’de ve dünya genelinde örgün eğitim sisteminde yaşanan temel sıkıntılar nedir sizce? Hedeflenmesi gerekenler neler ve bu hedeflerin ne kadar uzağındayız?

Kapitalizm, neoliberal dönemi için aklını, becerisini yeteneklerini başkasına kiralayacak bir insan tipi tasarladı. Bunu gerçekleştirebilmek için eğitimin amacını, öğretmenin ve okulun rolünü yeniden tanımladı ve eğitimin üç temel ayağına aynı anda saldırdı: Öğretmenler itibarsızlaştırıldı, mesleklerini icra edemez duruma getirildi. (Türkiye, öğretmenin öğrencisine önereceği hikâye kitabına bile müdahale edebiliyor.) Öğrenci, belli merkezlerde hazırlanan ve bireysel özelliklerini yok sayan testleri çözmeye; veli ise bu niteliksiz eğitimi finanse etmeye zorlandı. ABD merkezli bu eğitim politikası, bizim siyasal İslamcıların elinde dine çağrı aracı olarak kullanıldı. Sistemin içine düştüğü girdaptan kurtulabilmesi için (ideal olana eriştirmese bile) kamu okullarının yeniden canlandırılması, eğitimin içeriğinin öğrenci lehine değiştirilmesi, öğretmenin mesleki rolünü icra etmesi önündeki engellerin kaldırılması zorunludur.Bu yolda ihtiyacımız olan tek şey öğretmenlerin, öğrenci ve ebeveynlerin ittifakı ile başlatılacak bir seferberliktir.

Eğitim sistemi, genç bireylerin gerçekten uğraşmak isteyecekleri, tutkuyla sarılacakları alanları keşfetmelerini sağlamaktan uzak. Bilakis, gençler tercihlerini severek yapacakları işler doğrultusunda değil, istihdam alanı bulabileceklerini düşündükleri meslekler doğrultusunda yapıyor. Ve ne yazık ki bu bile onlara ileride işsiz kalmayacaklarına dair bir güvence sağlamıyor. Bu açmaz nasıl çözülür sizce?

Eğitimin, bireyin sosyal ihtiyaçları yanında onu toplumsal işbölümündeki rolüne hazırlamak gibi bir işlevi olduğuna kuşku yok. İlköğretim eğitiminin asıl amacı bireyi başkasının işine yarar biri –meslek sahibi– yapmak değildir. Esas olan, bireyi kendi kendine yeterli hâle getirmek, ona yaşam becerileri kazandırmak, hayata hazırlamaktır. Bu sosyal becerileri kazanmadan alınan meslek eğitimi bilinçli bir tercihe dayanmaz. Zorunlu ve bilinçsiz meslek seçimi elbette bireyi mutlu etmez. Kaldı ki bizim eğitim sistemimiz üçbeş yıl sonra ortaya çıkacak istihdam ihtiyacını öngörememektedir. 300 bin atanamamış öğretmen stoku oluşmasına yol açan bu öngörü eksikliğidir.

Yukarıdaki durumla da bağlantılı olarak günümüzde “akademi” bilim üretmekten ziyade bir an önce pazara eleman yetiştirmeye çalışıyor. Devlet ve piyasa kıskacında akademiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu pragmatist, işlevselci, insanı sermaye olarak gören politikaların bir sonucu; ekonomik getirisi olmayan bilgi bilgiden sayılmıyor. Hükümetlerin ve piyasanın talebi bu olunca, üniversite dediğimiz yükseköğretim de kendini buna göre konumlandırdı. Türkiye’de Batılı anlamda bağımsız bir akademiden söz edemeyiz. Unutmayalım, hükümetin hoşuna gidecek diye felsefe grubu derslerini kaldırmaya çalışan, üç başkan adayından biri İlahiyattan seçilen bir Yüksek Öğretim Kurulu var bu ülkede. TÜBİTAK ve TÜBA üyelerinin bir kısmını doğrudan, geri kalanını dolaylı yoldan siyasetçiler atıyor. Buradan bilim çıkar mı?

Peki, eğitimle okul arasındaki ilişki sizce nedir? Günümüzde eğitimi ille okulla birlikte düşünüyoruz. Bu hep böyle miydi ve böyle mi kalmak zorunda?

Eğitim-okul ilişkisini ele alırken Antik Yunan’a (Pisagor, Aristo, Platon vd.), oradan Uzakdoğu’ya (Buddha Okulları), hatta çok tanrılı dinlerin tapınaklarına kadar gidebiliriz. Bugünkü anlamda olmasa bile okul, öğretmen ve öğrenen her zaman olmuştur. Fakat toplumun örgütlenme biçimi, artan nüfus, ekonomik ve toplumsal ilerleme, bunlara bağlı olarak gelişen işbölümü, artan bilme gereksinimi ve bunun giderek maliyetli bir iş hâline gelmesi, kitle eğitimini gerekli kıldı. Ulus devlet bunu daha sistematik bir şekilde zorunlu modernist okullar eliyle yapmayı getirdi. İnsanlar, Antik Yunan’da Platon Akademisine veya Uzakdoğu’da Buddha Okullarına, meraklarını tatmin içi giderlerdi. Bugün ise başkalarının kendisinden beklediği beceri ve bilgileri kazanmak için okula gidiyor.

Çocuk edebiyatı alanında pedagojinin yeri ve denetim gücü hakkında ne düşünüyorsunuz? Edebiyatta sansürün yeri olmadığını savunuyoruz. Buna karşılık çocuk edebiyatında “çocuğa görelik”, üzerinde sürekli konuştuğumuz bir konu ve bu konuda iki farklı yaklaşım var: Birincisi, yazar-editör-yayınevi üçgeninin bir kitabın çocuğa uygun ve yayımlanmaya değer olup olmadığını belirleyecek yetkin yapıyı zaten kendi içinde oluşturduğu ya da en azından oluşturması gerektiği görüşü, diğeriyse çocuk edebiyatında her eserin pedagojik uygunluk açısından incelenip değerlendirilmesi gerektiği. Sizin bakış açınız nedir?

Edebiyat sanatsal, pedagoji ise eğitimsel kaygılarla yapılır. Biri diğerini her zaman desteklemez; aksine zıtlaşabilirler bile. Örneğin eğitim, edebiyatın bilgi vererek, okuru istendik davranışlara yönlendirerek kendisini desteklemesini ister; fakat bireyi eğitme kaygısıyla hazırlanan bir metin edebiyat olmaktan çıkar. Ders kitaplarındaki metinlerin tümü ve öğrencilere önerilen kitapların önemli bir kısmı bu görüşü destekler niteliktedir. Dikkat ederseniz, edebiyat eserinde pedagojik uygunluk isteyen genellikle devlet ya da onun adına konuşanlar olmuştur. Edebiyat, “Bu benim işim değil,” demelidir. Öte yandan kültür kitapları üzerindeki iktidar kontrolü, okul kitaplarında bilginin denetim altına alınması olarak karşımıza çıkıyor. Ders kitaplarında kullanılan metin ve anlatımlarda öğrenci cinsiyetçi, bilim dışı, milliyetçi içeriklerle karşılaşıyor. Ders kitaplarına egemen olan bu içerikler sonuçta bilinç oluşturmaya hizmet ediyor. Siyasi iktidar, kültür kitaplarını ders kitabı gibi denetliyor. Amaç; müfredat, ders kitapları ve öğretme yöntem ve teknikleriyle oluşturduğu bilincin kültürel okumalarla zaafa uğramasını engellemek… Roman, öykü, şiir ve yazarlara yönelik sansür ve kısıtlamalar, okul öğrenmelerinin kültür kitaplarıyla işlevsizleştirilmesini engellemeye dönük bilinçli bir tercihtir diyebiliriz.

Show More