İyi Kitap

Çocuk ve Gençlik Kitapları Dergisi

Sıra dışı bİr yazardan, sıra dışı cevaplar

Hindistan’dan çıkıveren kardeşler, hurdalık sevdalısı dedeler, muzır nineler ve şimdi de uçan köpekler… Salah Naoura bu kez, okumaya yeni başlayan çocuklar için yazdığı beş kitaplık “Süperhügo” serisiyle Türkçede. Anlattığı eğlenceli her hikâyenin ardında ağır meseleleri de ele almaktan geri durmayan, cesur bir yazar o. Mizahı istediği gibi eğip bükecek kadar da diline hâkim. Koştuğu ödüller onun nişanı ama her zaman söylediğim gibi, çocuklar için altın varaklı figürler değil, satır aralarındaki hayaller mühim. Ve Naoura da o hayallerin gerçek bir kahramanı. Kendisiyle biraz kitaplarından biraz çeviriden, epey de türlü türlü sorundan bahsettik.

Söyleşi: Olcay Mağden Ünal – Salah Naoura

Olcay Mağden Ünal: Resimli kitaplarınız ve daha büyük yaş çocuklara hitap eden hikâyelerinizin yanı sıra henüz okuma macerasına yeni atılanlar için yazdığınız kitaplar da mevcut. Süperhügo serisi de bunlardan biri. Sizce hangisi daha zor? Okumaya yeni başlayanlar için yazmak mı yoksa daha büyük yaştaki çocuklar için mi?

Salah Naoura: Almanya’da okumaya yeni başlayanlar için yazılan kitaplara ne yazık ki edebi bir eser gibi bakılmıyor, çoğunlukla çocukların okumayı öğrenmeleri için hazırlanmış, pedagojik araçlar olarak algılanıyorlar. Oysa ben farklı düşünüyorum, bence tıpkı daha büyük yaş çocuklar için yazılmış romanlarda olduğu gibi, bu kitaplarda da içeriğin ve kullanılan dilin nitelikli olması, kendilerinden bekleneni karşılamaları gerekiyor. Özellikle dilsel açıdan bakıldığında, daha küçük yaştaki çocukların çok daha fazla taleplerinin olduğunu görmek mümkün; ne de olsa dil üzerinde hummalı bir çalışma yürüten bizzat kendileri. Bu sebeple, türetilen yeni sözcüklerden ve dilin başarılı ve yaratıcı bir şekilde kullanılmasından çok hoşlanıyorlar. Ben de bu yüzden yazdığım tüm kitaplarda aynı edebi nitelik beklentisine göre yazıyorum ve hiçbir metin türünü daha kolay ya da daha zor diye sınıflamıyorum.

O.M.Ü: Yazar kimliğinizin yanı sıra, aynı zamanda da bir çevirmensiniz. Kitaplarınızı yazarken aklınız çevirmenlere gider mi? Demek istediğim, yazmak üzere olduğunuz bir kelime oyunundan, çeviri için çok zor olduğunu düşünüp vazgeçtiğiniz oldu mu? Sizce hangisi daha kolay? Yazmak mı çevirmek mi?

S.N: Hayır, itiraf etmem gerekir ki yazarken çevirmenleri bir an için bile düşünmüyorum. Ne de olsa stratejik düşündüğünüz zaman, yaratıcılığınız baltalanır. Her zaman, öylece aklıma geldiği gibi yazarım. Çevirdiğim kitaplarda, çevirisi mümkün olmayan göndermelerle karşılaştığımda buna en uygun Almanca ifadeyi düşünmek zorunda kalırım. Ki bana kalırsa bu, hem eğlenceli hem de çevirinin yaratıcı alanını besleyen bir durum. Hangisinin daha kolay olduğuna gelince, kesinlikle yazmak diyebilirim, çünkü yazarken tam anlamıyla özgürüm; başka birine ve onun metnine karşı sorumluluğumu yerine getirip getirmediğimi durmadan kontrol etmek zorunda kalmıyorum.

O.M.Ü: Ne yazık ki çevirmenler, hak ettiklerinin karşılığını ne maddi ne de manevi olarak alabiliyorlar. Dünyanın birçok yerinde bu maalesef böyle, ancak Türkiye’de işlerin daha da kötü olduğunu söyleyebilirim. Yayınevlerine ve çevirmenlere bu konudaki tavsiyeleriniz neler olabilir. Çevirmenler haklarını savunmak için ne yapmalılar?

S.N: Evet, Almanya’da da edebi çevirmenlerin, özellikle de çocuk kitabı çevirmenlerinin aldıkları ücretler çok düşük. İdare edilebilir bir yaşam sürdürebilmek için hiç durmadan çalışmak zorundalar. Sadece çeviri yaparak geçirdiğim zamanlarda on yıl boyunca tatil yapamamıştım.

Almanya’da VdÜ (Verband deutschsprachiger Übersetzer – Alman Kitap Çevirmenleri Birliği) adlı bir sendika federasyonu, çevirmenlerin haklarını iyileştirmek için çalışıyor. Yine de çalışma koşullarında dikkate değer bir iyileşme sağlayabildikleri söylenemez. Sendikaların rolü büyük ama ben çevirmenlerin arasındaki ilişki ağına daha çok önem veriyorum. Çevirmenler kendi başlarına buyruk olmaya meyilliler ancak daha sık bir araya gelmeli, yayınevleriyle yaptıkları sözleşmeler ve aldıkları ücretleri karşılaştırmalılar. Bu konuşmalar çevirmenleri, bir sonraki yayınevi görüşmelerinde, daha fazlasını talep etmeleri yönünde teşvik edecektir. Çevirmenler açısından dikkat edilmesi gereken en mühim iki noktayı şöyle ele alabiliriz: (Satıştan alınacak telif yüzdesi içeren) daha yüksek ücretler ve çevirmenin adının (kitabın künyesinde, internet sitesinde ve tüm tanıtım materyallerinde gözükecek şekilde) görünürlüğünün makul ölçüde artışı. Bu da yayınevleriyle yaptıkları sözleşmede açık bir şekilde belirtilmeli.

O.M.Ü: Farklı yayınevlerinin yayınlarına bakıldığında, çoğunlukla benzer kitaplara rastlıyoruz. Bir kitap ya da bir konu popülerleşmeye görsün, bütün yayınevleri adeta yarışırcasına bu tip kitaplar basmaya başlıyorlar. Peki, yayınevleri bu tip kitapları ya da genele uyum sağlamak istemeyen yazarları nasıl bulabilir, bu bağlamda yayınevlerine ne önerirsiniz?

S.N: Piyasanın, iyi satan bir kitabın tekrar tekrar üretildiği bir ana akım pazarına dönüşmesi sinir bozucu bir gelişme. Ama elbette bu, uzun vadeli bir başarı getiremez, ne de olsa zamanla okuru sıkar. Bu durumda ihtiyacımız olan, yazarlarının yaratıcılığına güvenen ve alışılmışın dışında olanın peşine düşen daha cesur yayıncılardır. Ve kitapları satın alan yabancı yayınevleri de aynı cesarete sahip olup bunu talep etmeli. Kimsenin sıkıcı popüler kitaplara ihtiyacı yok. Kitapların telif haklarını satın alan tarafların, kendilerine sunulanı eleştirel bir gözle incelemeleri ve satışçıyla doğrudan iletişime geçip elinde yeni ve sıra dışı neler olduğunu sormaları gerekir.

O.M.Ü: Kitaplarınızda mizah, hayal gücü ve ciddiyet iç içe geçmiş durumda. Sizin gibi pek fazla örneğe rastlayamıyoruz. Zor konuları eğlenceli bir dille anlatmak zor mu? Yazmaya koyulmadan önce, henüz hikâyeyi şekillendirme aşamasındayken, aklınıza ille de bahsetmem gerek dediğiniz meseleler geliyor mu? Yoksa öylece yazmaya mı başlıyorsunuz? Yazım sürecinizden biraz bahsedebilir misiniz?

S.N: Aslında çocuk edebiyatında mizah ve ciddiyeti bir araya getirmek, Almanya’da da sık rastlanan bir durum değil ama İngiltere’de pek çok örneği mevcut. Ben de muhtemelen çevirmenlik de yaptığım için, İngiliz yazarlardan fazlasıyla etkilendim. Ama sözünü ettiğimiz bu birliktelik, şahsi dünya görüşümde de geçerli: Benim için hayatın kendisi aynı zamanda hem eğlenceli hem de ağırbaşlı. Ancak birçok Alman okur (burada yetişkin okurdan bahsediyorum) bu durumu sindiremiyor.

Kitaplarımı yazarken üzerlerinde epey bir düşünürüm, yazmaya başlamadan önce karakterler, plan ve konu hakkında notlar alırım. Kafa yorarken ve daha sonraki yazma aşamasında bunlara yeni konular da eklenir; böylesinin daha gerçekçi olduğunu düşünüyorum, ne de olsa yaşamın kendisi de tek bir konudan ibaret değil. En önemlisi de çelişkiler. Bizi biz yapan şeydir çelişkiler. Bu yüzden de ana karakterlerimi her zaman çelişkilerin içine bırakırım, böylece tek yönlü ve durağan olmalarını engelleyebilirim.

O.M.Ü: Kardeşim Bulunmaz Hint Kumaşı adlı kitabınızda şöyle diyorsunuz: “İnsanın nereden geldiğinin ve niye burada olduğunun önemi yok. Önemli olan, insanın hâlinden memnun olması!” Bu, beni epey etkileyen bir alıntı. Son zamanlarda hâlinden memnun kimse yok gibi. Ne dersiniz, sorun ne sizce?

S.N: Bu, en sevdiğim kitabım; özgürlük ve hür iradeden bahsediyor. Dünya üzerindeki birçok insan umudunu kaybetmiş hâlde, durmadan birilerinin himayesi altında kalmak zorundalar ve kişisel gelişimleri savaş, yoksulluk ve hastalıklar sebebiyle engelleniyor. Mutluluk, temel gereksinimlere erişim ve bireysel özgürlüğün olmadığı bir yerde barıştan söz edilemeyeceğini düşünüyorum. Çünkü mutsuz insanlar, yönetimdeki güçlü gözüken ve bu gücü ellerinde tutabilmek için toplumdaki çatışmaları besleyen kişilere güven duyma eğilimi gösterirler. Ve bu da uyuşmazlığın kısır bir döngüye girmesine neden olur. Ne yazık ki Almanya, bu tip tehlikeli yapıların nereye kadar ilerleyebileceğinin en iyi örneği. Yapmamız gereken, çocuklarımızın eleştirel ruhlarını desteklemek; böylece ileride radikal ya da fanatik gruplarla yakın bir ilişki içine girmelerine engel oluruz. Bununla birlikte, bir kurum olarak kiliseyi de tehlikeli buluyorum, çünkü insanların gözlerini bağlıyor ve de eleştirel düşünceyi engelliyor. İnsanların kendilerine ait inançları onlara bir destek sağlıyor olabilir, bu inkâr edilemez. Ancak onları boyunduruk altında tutan ve yönlendiren dini önderler, barış ve huzuru tehlikeye atıyorlar; çünkü din adamları, kendilerinden farklı düşünenleri dışlayıp bu insanları başkalarının gözünde düşman ilan ediyorlar. Katolik kilisesi, gücün dünya çapında kötüye kullanımının, zulmün ve ikiyüzlülüğün kusursuz bir örneği. Bu sebeple bana göre en önemlisi, özgür bir ortamda ilerlemek; ancak bu şekilde mutluluk ve barışa kavuşabiliriz. Oysa günümüzde bunun tam tersi bir durum ve güç hırsı ve sosyal adaletsizlikle donanmış bir ilerleme söz konusu.

O.M.Ü: Çocuk kitapları hakkında yine biz, yetişkinler konuşuyoruz. Ne okuyacaklarına biz karar veriyor, okumak istedikleri bir kitap var mı, onu bile sormuyoruz. En azından Türkiye’deki durum bu. Demem o ki, yetişkinler çok konuşuyor ama çocuklara hiç kulak vermiyorlar. Sizin çocuklarla yaptığınız etkinliklerde bu konuyla ilgili gözünüze çarpan bir sorun var mı?

S.N: Almanya’da kitap seçimi, bir yaş meselesi ve ebeveynlerin kendi okuma deneyimlerine bağlı. Küçük çocukların ne okuyacakları önceden belirlenir ama ileri yaşlarda, eğer ebeveynleri de bu şekilde yetişmişse, kendi kitaplarını seçebilirler. Çoğu okuyan ebeveyn, çocuklarının ne okuyup ne okumayacaklarına karışmaz. Bizdeki en büyük sorun, çoğu ebeveynin kendisinin okumaması ve çocuklarına da kitap okumamaları (çocuklara kitap okumak, eskiden Almanya’da bir gelenekti). Bu durumun sonucu olarak da çocuklar daha sonra okumakta ve yazmakta zorluk çekiyorlar. Aynı zamanda hayal güçleri de odaklanma kabiliyetleri de azalıyor.

Kitap okunmayan evlerdeki çocuklar elbette okumalarına dair bir yasakla karşı karşıya kalmıyorlar, ancak bu yönde teşvik de edilmiyorlar, bu da onların böyle bir kültür edinme ihtimallerini baltalıyor. Okullarda yaptığım okumalarda ne yazık ki, Türk ve Arap çocukların evlerinde hikâyeler ve kitaplarla haşır neşir olmadıklarını gözlemliyorum. Bu iyi bir şey değil ve ebeveynler kitap okumanın, ileri yaştaki gelişim için ne kadar büyük bir rol oynadığının farkına bile varmıyorlar. Bu sebeple, tüm çocukların aynı sosyal ilerleme şansına sahip olabilmeleri için devlet desteğiyle yürütülen okumayı teşvik programlarına daha çok ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.

 

Show More