İyi Kitap

Çocuk ve Gençlik Kitapları Dergisi

Çocuk ve Gençlik Yayıncılığında Sansür, Otosansür ve Denetim

Çocuk ve gençlik yayıncılığı alanında emek veren deneyimli editörlere, sansür, otosansür ve denetim talepleri üzerine sorular yönelttik. Aldığımız yanıtları aşağıda sizinle paylaşıyoruz.

İyi Kitap: “Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu”nun, içlerinde çocuk kitaplarının da olduğu pek çok eseri “müstehcen” bulup “muzır” ilan etmesi, bir süredir gündemde. Siz, bu kurulu ve kararlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Yayıncılar neler yapabilirler bu konuda?

Özlem Akcan: Anayasayla güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerin ihlali olarak değerlendiriyorum. Yaklaşık iki yıl önce, KHK’yle yapısı değiştirilen Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu’na atanan beş üyenin kim olduğunu; hangi uzmanlıklara dayanarak, eserlerin içeriğine, bağlamına, edebi önemi ve değerine bakmaksızın, “müstehcenlik” gibi muğlak ifadelerle bu kararları aldıklarını bilmiyoruz. Ama kitapların önce siyah poşete sokulmasının, sonrasında da toplatılmasının apaçık sansür olduğunu biliyor ve
kabul edilemez buluyorum.

Yayıncıların yayımladığı eserin, yazarının, çevirmeninin ve çizerinin arkasında durup ses çıkarması, alınan kararlardan vazgeçilmesi için kamuoyu oluşturması elbette önemli ama böylesi durumlarda asıl görevin okura, eğitimcilere ve ebeveynlere düştüğüne inanıyorum. Nasıl ki gazeteciler sadece gazetecilik yaptıkları için tutuklanırken, “Yurttaşların haber alma hakkına sahip çıkması gerekiyor,” deniliyorsa, sansür karşısında da ifade özgürlüğüne ve hukukun üstünlüğüne inanan okurdan, okuma hakkına sahip çıkmasını bekliyorum.

Ezgi Berk: Kurul muhtemelen çocukları zararlı içerikten korumayı düşünerek oluşturuldu ama bizce varlığı oldukça tartışmalı. Öncelikle zararlı kitap (muzır neşriyat) derken neyi kastediyorlar? Edebiyat, bir sanat dalı. Sınırları böylesine keskin zararlı-yararlı, iyi-kötü diyebileceğimiz bir alan değil. Bu kurulun varlığını da kararlarını da son derece tehlikeli buluyoruz. Gerek yetişkin gerek çocuk kitapları, geçmişte çok acı tecrübeler doğurmuş ve nihayetinde “sansür”den başka bir işlev görmemiş uygulamalara tabi olmamalı. Çocuk kitapları,
alan profesyonelleri olan yayınevlerince değerlendirilmelidir. Bu değerlendirmede kılavuz olarak elimizin altında duran metin, BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’dir. Yayıncılar olarak bir arada olmalı, bu kararları ve kurulları onaylamadığımızı belirten metinler yayımlamalı, görüşlerimizi paylaşıp dayanışma içinde olmalıyız. Nisan ayında bu konuda Susma Platformu’nun hazırladığı metnin imzacıları arasındayız.

Nihal Ünver: Bu kurulun kendisi ve kararları bence herhangi bir soruya yanıt üretebilecek bir içeriğe, açıklamaya ya da mantığa sahip değil. Niyeti çok açıkça belli olan bir iktidar aracı. Öznel, bilimsel hiçbir zemini olmayan kararlarla kitapların müstehcen ya da muzır bulunması karşısında yayıncıların tek başına eli kolu bağlıdır. Yayıncıların güçlü bir örgütü olmadığı sürece her yayıncı bu tür durumlarla tek başına mücadele etmek zorunda kalır. Kurul örgütlü hareket ediyor; yayıncıların da aynı şekilde tepki vermesi gerekli.

Gökçe Ateş Aytuğ: Bu konu belli dönemlerde, yeni ilanlarla gündemimize geliyor. Kurulun kararlarının tartışılması su götürmez, çünkü benzer kararların büyük çoğunluğu genel ve soyut ifadelerle gerekçelendiriliyor. Oysa böylesine önemli kararların farklı disiplinlerden uzmanlar tarafından tartışılması, eserin bütünlüğü zedelenmeden, niteliği göz önünde bulundurularak alınması beklenir. Yayıncılar Birliği’nin yayımladığı bildiride de ifade edildiği gibi, ülkemizde eserlerin serbestçe açıklanması ve yayımlanması özgürlüğü anayasaca korunan bir hak. Bu hakkı kaybetmemeliyiz ki evrensel ilkelerle yayın yapabilelim, eserler üretebilelim.

Filiz Özdem: Buradaki sorun elbette nitelikle ilgili değil, takdir edersiniz ki yayın kurulları da ömürlerini yayıncılık yaparak geçirmiş, son derece deneyimli, iyi öğrenimlerden geçmiş, birkaç dil bilen, kültürel olarak donanımlı kişilerden oluşuyor. Sorun statükocu düşünceyle özgür düşünce arasındaki, bütün insanlık tarihine damgasını vuran bir “farklı düşünme”den kaynaklanıyor. Bir yayıncı ve yazar olarak edebiyatın öğretmek, yol göstermek gibi bir görevi ve işlevi olduğunu düşünmüyorum. Kitap öğretmez ama düşündürür, yol göstermez ama yeni yollar açar, sorgulatır, dayatılmış kalıpları zorlar. Pek çok yayıncının da böyle düşündüğünü, yayın politikalarını bu ilkeye göre
belirlediğini ve belirlemeye devam edeceğini varsayıyorum.

İyi Kitap: Kurulun sansür uyguladığı çocuk kitaplarının, toplumsal cinsiyet konularını işleyen eserler olduğunu görüyoruz. Dayatılmış cinsiyetçi kalıpları eleştiren, çoğunlukla eşitlikçi ve özgürlükçü metinler bunlar. Bu tür sansür uygulamaları, süreç içerisinde yayıncıları böylesi kitaplar basmaktan alıkoyar mı? Yasal yaptırımlar, yayın politikalarını ne kadar etkiliyor?

Özlem Akcan: Yayıncıya gelene kadar yazar yazmaktan, çizer çizmekten, çevirmen de çevirmekten imtina edebilir. Bu keyfi uygulamaların kültür üretimini çoraklaştıracağını söylerken tam da bunu kastediyoruz zaten. Bir diğer ve bence asıl önemli mesele de sansür uygulamalarının uzun vadede yaratacağı etkiler. Genellikle kısa dönem etkilerinden bahsediyoruz hâlbuki sansürün yarattığı toplumsal
dönüşümler, günlük kayıplardan daha önemli. Hem sansürü normalleştiren hem de evrensel değerlerden, cinsiyet eşitliğinden, hak ve özgürlüklerden bahseden metinlerden uzak, edebiyatın ne olduğunu bilmeyen nesillerin yetişmesi ve dolayısıyla bu uzaklığın toplumsal karşılığı asıl mesele.

Filiz Özdem: Herkesin inandığı ve doğru bildiği yoldan gitmeye devam edeceğini düşünüyorum.

Canan Topaloğlu: Sansür uygulamaları, yayıncıların “müstehcen” algılanma potansiyeli taşıyan eserleri basmakta daha çekingen ve ihtiyatlı davranmalarına sebep olabilir elbette. Kitaplar, okurla buluşmak üzere yayımlanır. Okura ulaşması yolunda engeller görülüyorsa, yayıncı karar verme aşamasında bu faktörü hesaba katacaktır. Ya savaşacak ya da kaçacaktır. Savaş ya da kaç kararı da yayıncılık anlayışı ve motivasyonlarına göre verilecektir.

Ezgi Berk: Bu kitaplardan birine (Kız Çocuk Hakları Bildirgesi) yayın yasağı getirildiği gibi çevirmenine de dava açıldı. Bu durumda yayınevinin, çevirmeniyle dayanışma içinde olması da yayınevlerinin birbirlerini desteklemesi de çok önemli. Bu tür sansür uygulamaları, Hippo Kitap olarak bizi, toplumsal cinsiyet kalıplarını sorgulayan, alışılagelmiş kadın erkek rolleri üzerine düşündüren kitaplar yayımlamaktan alıkoymadığı gibi hâlihazırda yayın programımızda bu konuyu işleyen iki adet kitabımız bulunuyor ve ne olursa olsun bu tür kitaplar yayımlamaktan geri durmayacağız. Çünkü toplumsal cinsiyet eşitsizliğine karşı mücadelenin yaşadığımız ülkede hava kadar, su kadar hayati olduğuna inanıyoruz.

Nihal Ünver: Alıkoymadığını görüyorum, bu umut verici. Çünkü ilerici bir aklın durmak ve mücadele etmemek gibi bir tercihi genelde olmuyor. Üstelik bu tür engeller, bir şekilde bu ilerici akılları kol kola girmeye de itiyor. Aynı cesareti gösteren kişiyle yan yana geliyor ve bir kitap projesine girişmiş bulabiliyorsunuz kendinizi. Ama şunu eklemeliyim ki, özellikle yurt dışından kitap seçimleri yaparken on kez düşünmek zorunda kalıyoruz, özellikle İsveç çocuk edebiyatından yayınlar basan bir yayıneviysek… Yayın politikasını olmasa da basılacak kitabın kararını verirken etkili oluyor bu durum.

Gökçe Ateş Aytuğ: Bu tür uygulamalar yayıncıların belli bir kısmını nitelikli eser üretmekten alıkoymuyor. Yayın yelpazesini kalıplarla sınırlayan yayıncılar elbette olacaktır ama tersi de mümkün ve var da. Çocuk edebiyatı yayıncılığımız hem yerli hem çeviri eserler açısından zenginleşti. Çocuk kitapları alanına kafa yoran, eserin niteliğini, görsel kalitesini önemseyen, yenilikçi yayıncılar az değil; çok kıymetli eserler yayımlanıyor. Sadece Türkiye’de değil dünyada da kitaplar sansüre uğramış ve uğramaya devam ediyor, yasaklanıyor. En bilindiklerinden biri, Oz Büyücüsü örneğin. Fakat zaman, edebi ya da nitelikli eserleri eskitmiyor ve o eserler okurlarını buluyor.

İyi Kitap: Çocuk kitaplarına dönük sansür beklentisi sadece devlet kurumlarıyla sınırlı değil. Zaman zaman sosyal medyada yükselen, aşırı okur tepkileri de söz konusu. Linç kültüründen beslenen organize tavırlarla bile karşılaşabiliyoruz. Siz nasıl tepkilerle karşılaştınız, karşılaşıyorsunuz? Eleştiri sınıfına dâhil edemeyeceğimiz tepkilerin yoğunlaştığı konular var mı? Söz konusu linç kültürünü besleyen bir motivasyon kaynağından ya da manipülasyondan bahsedebilir miyiz?

Özlem Akcan: Organize tavır var mı yok mu, bilemiyorum ama çığ gibi büyüyen ve eleştirinin sınırlarını aşan tepkilerden söz etmek mümkün. Bu tepkileri de ikiye ayırıyorum. Birincisi, sosyal medyada gördüğü bir paylaşımdan etkilenip, çoğunluğun peşinde takılan “eleştirenler”; ikincisi de sansasyon yaratıp etkileşim ya da okunurluk peşinde koşanlar. İkincisinin birinciye hizmet ettiğini söyleyebiliriz. Bir metin nasıl eleştirilir? Eleştirmenler tarafından dil, konu, üslup vb. kriterler doğrultusunda incelenir. Tartışma ortamı yaratılır ve bu da ilerlemeye hizmet eder. Oysa, bir kitabın bağlamından kopuk iki cümlesinin, bir desenin fotoğrafını çekip sosyal medyaya koymak, bunun üzerinden tartışma yaratmak sansüre kapı aralamak ya da yazarı, çizeri, çevirmeni, yayıncıyı hedef hâline getirmek dışında hiçbir işe yaramaz.

Filiz Özdem: Her şeyin sorgulanmadan, kaynağına ya da içeriğine tam olarak hâkim olunmadan, bir akıl ve eleştiri süzgecinden geçirilmeden kopyala çoğalt yöntemiyle hızla yayıldığı, onay ve destek gördüğü, tuhaf bir mecra sosyal medya. Galeyana gelmeye ve linç kültürüne kolay zemin hazırlıyor. Ayrıca “kötülüğün örgütlemesinin” ne kadar kolay olduğunu ifade eden önemli inceleme yazıları okumuşluğum var. Bilim-felsefe geleneği zayıf toplumlarda da “kötülüğün örgütlenmesi” daha kolaylaşıyor.

Canan Topaloğlu: Okur tepkileriyle karşılaşıyoruz. Bunlar, okurun (çocuk edebiyatında okurun değil, okur denetçisinin aslında) hassas olduğu binlerce farklı konudan kaynaklanabiliyor. “Dudaklarına minik bir öpücük kondurdu,” cümlesinin aşırı erotik bulunduğu da oluyor, kitapta “salak/aptal/ gerizekâlı” gibi kelimelerin kullanılması da eleştirilebiliyor, çocuk tacizinin bir kitaba konu olması dehşetengiz bulunabiliyor, boşanma ve ölüm gibi konularla çocukların yüz yüze getirilmesi eleştirilebiliyor. Örnekler çoğaltılabilir.

Ezgi Berk: Zaman zaman sosyal medyada kitlesel lince uğrayan kitaplar olduğunu görüyoruz. Söz konusu çocuk olunca bazen aileler bazen çocuklarla çalışanların çok fazla korumacı yaklaşımları olabiliyor. Çocuk adına verilen yetişkin tepkilerinde öncelikle yetişkinin dönüp kendi yaşamına, iletişim içinde olduğu çocuklarla ilişkisine bakmasının daha yararlı olduğunu düşünüyoruz. Yapıcı eleştirileri her zaman dikkate alıyoruz. Biz henüz yayın hayatına çok yeni başladığımız ve yayımlanmış beş çocuk kitabımız olduğu için böyle bir linçle karşılaşmadık. Elbette ilerleyen zamanda, yayımladığımız kitapların konularına karşı bu tür bir dirençle karşılaşma ihtimalimiz her zaman var. Söz konusu çocuk olduğunda herkesin bir fikrinin olduğu bir ülkede yaşıyoruz. “Çocukların iyiliği” gibi yüksek ahlak noktasından bir anda üzerine belki de hiç düşünmedikleri bir alanda söz söyleme, gündeme dâhil olma, saldırıya varan ifadeler kullanma çoğunluk tarafından normal karşılanıyor.

Nihal Ünver: Yayın listemizde evrenin varoluşu ve insanın bedeniyle ilgili bilimsel temellere dayanan pek çok kitap var, bunları çok seviyor ve her yaş grubuna hitap edecek şekilde yayın listemizi sürekli olarak güncelliyoruz. Hâl böyle olunca tepki çekiyoruz elbette.
Çocuklara cinselliği ve bedenini tanımayı öğreten bir kitabımız okullara giremez mesela. Okullar veli tepkilerinden çekinirler. Ya da yanlışlıkla tarih öncesinde insanların nasıl yaşadığını anlatan bir kitap aldıysa bir ebeveyn, “yazıklar olsun, çocuğumun aklına girdiniz, bu nasıl kitap!” diye mesaj gönderirler sosyal medya hesaplarımızdan. Ayrıntı Yayınlarının çizgisini bilen bilir, bu nedenle onun çocuk kitapları markası olan Dinozor Çocuk’a da yaklaşan okurlar genelde bilimin ve ilerici olanın peşinde olan okurlar oluyor ama bizi takip eden okuyucu yelpazesi genişledikçe yeni tepkiler olacaktır diye düşünüyorum. İnsan bedeniyle ilgili ya da bilimsel temelle oluşturulmuş kitapların eleştirilmesi hiçbir zemine oturmaz. Motivasyon kaynağı toplumsal ahlak kuralları ve dindir. Bunlar eleştiri sayılamaz.

İyi Kitap: Sosyal medyada yükselen (ya da farklı kanallar yoluyla ebeveyn ve öğretmenlerden gelen) tepkilerin gerçekten “çocuğu koruma” niyeti taşıdığını düşünüyor musunuz? Yetişkinlerin bu tepkilerini, daha çok kendi korkularının bir yansıması olarak değerlendirebilir miyiz?

Özlem Akcan: Çocuğu koruma niyeti taşıyorsa bile cehenneme giden yolun da iyi niyet taşlarıyla döşeli olduğunu unutmamak gerekir diye düşünüyorum. Ayrıca, çocuğu neden koruyoruz? Kitaptan mı? Gündem Çocuk Derneği’nden Ezgi Koman, bir yazısında, “Çocuğu hak ve özgürlük sahibi görmeyen, anne-babaya ya da devlete ait ‘eşya’ gibi gören toplumlar ile bu toplumların medyası çocukların görüşlerine değer, onların gerçek sorunlarına yer vermez,” diyordu. Ülkemizde yaşayan çocukların yaşama, barınma, eğitim, beslenme, istismar gibi gerçek sorunları ne sosyal medyada ne de medyada gündem oluşturuyor.

Filiz Özdem: Görünürde “çocuğu koruma” niyeti taşıyor ama sizin de aslında cevabını soruda gayet güzel verdiğiniz gibi elbette temelde yetişkin korkularının yansıması. Üstelik yeni bir ebeveyn profiliyle de karşı karşıyayız. Bize de şikâyetler geliyor. Bu kitaplar bir süzgeçten geçmiyor mu, şu sakıncalı değil mi, bu çocuk için uygun mu, yayınevinizde bir pedagog yok mu gibisinden. En çok masallardaki şiddetten şikâyet geliyor mesela. İyi de masal dediğiniz bugün yazılan bir metin değil ve yüzlerce yıllık bir sözlü anlatı geleneğinin aktarımı. “Aman çocuklar korkmasın,” diyerek çocuk yetiştiremeyiz. Her şeyin diyalektik bir döngüsü var. Kötülüğü, zulmü, şiddeti anlamayan bir çocuk iyiliği, merhameti, vicdanı, doğruyu algılayamaz ki! Bir yetişkinin gözünden Kırmızı Başlıklı Kız masalındaki kurdun karnının kesilmesi korkunç bir şiddet sahnesi olarak anlaşılabiliyor ama bu çocuk için aynı şey değil. Hayal güçleri henüz “budanmamış” çocuklar bunu simgesel bir kurtuluş olarak algılıyor, hatta bunun böyle olduğunu gösteren çalışmalar da mevcut. Çocukların zihni simgesel düzeyde yetişkinlerden farklı çalışıyor. Bunu anlamak için etrafımızdaki çocuklara bakmamız, onların söylediklerine kulak vermemiz bile yeter. Boşuna mı diyoruz “büyümüş de küçülmüş” lafını? Aslında bu, onların henüz çocuk, büyümemiş ve kodlanmamış olduğunu gösteriyor. Dubuffet resim sanatında boşuna mı “art brut” (ham sanat) akımını başlattı da sadece delilerin ve çocukların yaptıkları resimleri dikkate aldı? Ayrıca çocuk gelişiminde korku da (dayakla, zorbalıkla, şiddetle korkutmaktan söz etmiyorum, aman yanlış anlaşılmasın), sevgi, şefkat gibi bir duygu olarak korku gereklidir: Çocuğun dünyayla arasına koruyucu bir çizgi çekmesini, sınır çekmesini, hayır demesini sağlar. Daha önceki bir söyleşide de dile getirdiğim gibi, çocukları korumaya yönelik görünen bakış açısında, çocuğun okuma serüvenini öğrenmenin bir parçası olarak ele alan algının payı var. Oysa çocuğun okuma serüvenini öğrenmenin değil, düşünmenin bir parçası olarak ele almak gerekir. Çocuğun öğrenmesi için hayat ve okul var. Edebiyat ise bize yeni pencereler açsın, düşünmeyi, hayal kurmayı ve dünyayla kurduğumuz ilişkiyi zenginleştirsin diye var. Dünyadaki farklı oluş ve davranışları, varoluş biçimlerini anlamamız için var. Didaktizmin tuzağına düşmeden, özgür düşünmenin yolunu açmak için kitaplar var. Sonuçta biz ders kitabı basmıyoruz (tabii
ders kitaplarının içerikleri bambaşka bir tartışma konusu).

Canan Topaloğlu: Gelen tepkileri tek bir pakette toplayıp hepsine bir muamele yapmak mümkün değil. Her birinin ardındaki yetişkin motivasyonu farklı olabilir. Belirli bir yetişkin topluluğun çocuğa aktarmak istediği değerlere ve inançlara ters düşen içeriklere sahip kitaplara verdiği tepki, kendi topluluklarında yapıştırıcı görevi yapan değerlerin sarsılmasını engellemek üzere bir tepki olabilir. Zor olarak değerlendirilen konulara dokunan kitaplara gelen tepki, çocukların duygusal dünyasına hasar verildiği iddiasını taşıyabilir. Dediğiniz gibi, bazen yetişkin kendi çocukluğundan taşıdığı ve belki şu anda bile baş edemediği korkuları çocuğa yansıtıyor ve çocuğun bu
yük altında ezileceğini düşünüyor olabilir. Bunların hepsi birer varsayım elbette. Oturduğumuz yerden, aşırı tepki veren yetişkinlerin toplumsal profilini ve kişisel tarihini bilmeden, kesin yargı cümleleri kuramayız. Bunun için biliminsanlarının uzun süreli araştırmalar yapmasına ve bu araştırmalardan elde edilecek sonuçları bizimle paylaşmasına ihtiyacımız var.

“Çocuğun okuma serüvenini öğrenmenin değil, düşünmenin bir parçası olarak ele almak gerekir. Çocuğun öğrenmesi için hayat ve okul var. Edebiyat ise bize yeni pencereler açsın, düşünmeyi, hayal kurmayı ve dünyayla kurduğumuz ilişkiyi zenginleştirsin diye var.” (Filiz Özdem)

Ezgi Berk: Evet. Tepkilerin bir kısmı çocuğu koruma içgüdüsüyle yapılsa da bir kısmı tamamen saldırı niteliğinde olan bu tepkilerin doğrudan dışarıya püskürtülmesi yerine metinde neyin yetişkini rahatsız ettiği üzerinde durulursa ve yapıcı eleştiriler yöneltilirse katılan tarafları besleyici bir tartışma ortamı oluşturulabilir.

Nihal Ünver: Çocuğu korumak için onlar adına karar vermek “tahakküm kurmak” kadar ileri bir noktaya geldi ülkemizde. Çocukları birey olarak kabul edip, nesnel yaklaşım geliştirmek gerekiyor. Kendi korkularımız, ahlaki değerlerimiz ve bakış açılarımızla yaklaşılmayacak özgün ve kendine münhasır bir alan çocuk alanı.

Gökçe Ateş Aytuğ: Tüm genellemeler gibi burada yapacağımız bir genelleme de yanlış olacaktır. Farklı niyetler mümkün tabii ama bir kısım yetişkinin niyeti gerçekten çocuğu korumak. Fakat niyet de tepkilerimizi ifade biçimimiz de hayatı kavrayışımızla ilintili. Niyetimiz çocuğu korumak olunca bu bize ifadede pervasızlık sağlamamalı. Tartışmalar genellikle, alan bilgisinden uzak, bireysel ve çoğu zaman da temelsiz görüşlerle yürüyor. Kitapları eleştirme hakkına elbette sahibiz ancak kendi bildiğimiz ve inandığımızın mutlak doğru olduğu yargısına ulaşmadan önce hayli düşünmemiz gerekiyor. Ayrımcılık yapmamak, doğaya saygı, insan hakları gibi evrensel ölçütleri gözettiği sürece kitaplara vereceğimiz tepkiler muhtemelen öznel olacaktır. Tepkilerimizde geçen “korkunç, kötü, zararlı” gibi sözcüklerin çoğu da muğlak ve tanımı kişiye göre değişen şeyler çünkü.

İyi Kitap: Sıkça duyduğumuz, “çocuğa görelik”, “yerel değerlere, geleneklere uygunluk” gibi yaklaşımları, konumuz kapsamında değerlendirirsek: Çocuğa her şey anlatılabilir mi sizce? Kimilerinin iddia ettiği gibi uzak durulması gereken konular var mı?

Özlem Akcan: Evrensel değerler doğrultusunda çocuğa her şeyin anlatılabileceğini düşünenlerdenim. Mühim olan nasıl anlatıldığı. Okuma serüveni dediğimiz şey edebiyatla kurulan kişisel ilişkidir. Çocuklar da duygularını genellikle kendi içlerinde yaşar. Kim, onların neye ihtiyaç duyduğuna, edebiyatla nasıl bir ilişki kuracağına karar verebilir ki? Bazı kitaplar okuru gülümsetirken bazısı hüzünlendirebilir, bazısı heyecanlandırırken bazısı da ayağının altındaki zemini çekebilir; her deneyim okuma serüvenin bir parçasıdır. Mesela, ölüm teması yetişkinlerin çocuklara okutmaktan kaçındığı konuların başında geliyor. Oysa çocuklar da bu yaşamın bir parçası
ve ölümün tanığı. Sevdiği birini kaybetmiş bir çocuk, ölümü anlatan bir kitap okuduğunda yeryüzünde o acıyı yaşayan tek kişi olmadığını anlar ya da yas tutan bir arkadaşıyla empati kurmayı. Umut da tam burada yeşerir, kendimizi ve karşımızdakini anladığımızda.

Filiz Özdem: Çocuğun yaşına göre gelişen ve değişen “kavramsallaştırma gücüne göre”, hâliyle yaş gruplarına uygun seçilecek anlatım biçimleriyle çocuklara her şey anlatılabilir. Bizim buradaki seçimlerimiz ve kırmızı çizgilerimiz sadece şunlar olabilir: Fiziksel, düşünsel ve ruhsal olarak aşağılayan tavırları, cinsiyetçi, ırkçı yaklaşımları, ötekileştirmeyi özendiren, insan-hayvan ve doğa haklarına saygısız fikirlerden uzak durmak.

Canan Topaloğlu: Çocukla konuşulabilecek, tartışılabilecek konular üzerine düşünürken gerçekçi olmakta; hem kendi insani deneyimlerimizi hem de bilimin bize uzun on yıllardır sağladığı bilgi birikimini hesaba katmakta fayda var. Çocuğu, duygusal ve bilişsel verileri işlemekte ve bu verilere bir cevap vermekte, olduğundan daha deneyimli ve yetkin saymak da anlamsız, onu hiçbir veriyi işleyemeyecek kadar donanımsız saymak da. Hayatın her alanında olduğu gibi, burada da bir dengeye ihtiyacımız var. Ekonominin temel kavramlarını bilmeyen bir çocukla, serbest piyasa ekonomisini ve devlet müdahalesini derinlemesine konuşabilir misiniz? Çocukla, bedensel sınırları ve beden bütünlüğünü imleyen sözcük dağarcığını ve duygusal dağarcığı birlikte kurmadan önce tecavüzü konuşabilir misiniz? Bunlar bir yana, sorularda ve cevaplarda kullandığımız “çocuğa” ifadesinin bir sıkıntısı var aslında. Çocuğa. Hangi çocuğa? Çocuk diye tektip bir tür mü var? Her çocuğun, doğuştan getirdiği mizacına ve yetiştirilme ortamında edindiği özelliklerine göre, karşısına çıkan “konular”ı değerlendirme ve bunlarla baş edebilme kapasitesi farklı olacaktır. Dolayısıyla, çocuklarla neyin, nasıl konuşulabileceği konusuna kafa yorarken kolay genellemelere kaçmadan, açık fikirlilikle, farklı olasılıkları ve senaryoları hesaba katarak ilerlemek, hepimiz için daha ufuk açıcı ve geliştirici olacaktır.

Ezgi Berk: Çocuğa her şey anlatılmalı ve evet, anlatılabilir. Çocuğun yaş grubuna ve sosyal bilişsel gelişimine göre seçtiğimiz sözcükler, anlatım dili, görsel kullanımı farklılık gösterecektir ama bu durum konuyu anlatılabilir kılmak için başvurduğumuz, yönümüzü, yolumuzu bulduğumuz bilgiler. Sözünü ettiğiniz yaklaşımlar topluma da çocuğa da biçilmek isteyen kıyafetler ama biz toplum olarak o kıyafetlere sığmayacak kadar farklı ve dünyalıyız, elbette çocuklar da.

Nihal Ünver: “Çocuğa görelik” kanımca çocuğu azımsamaktır. Çocuğun bilinç düzeyi yüksektir, ama dil düzeyleri henüz gelişmemiştir. Bu nedenle uygun bir dille anlatıldığı sürece her konuya değinilebilir. Yerel değerler ve geleneklere uygunluk gibi kaygılar ise yine konudan uzaklaştırıcı şeylerdir, çünkü aslında derdimiz iyi edebiyat olmalı, çocuğa bir şeyler öğretmek değil.

Gökçe Ateş Aytuğ: Çocuğun yaşamında yer alan, çocuğun deneyimlediği ya da deneyimleme ihtimali olan her şey çocuk kitabına konu olabilir. Bunun nasıl ifade bulduğu, anlatıldığı önemli. Uzak durulması gereken, belirli konulardan ziyade, çocukları umutsuzlukla, çaresizlikle, suçluluk duygusuyla baş başa bırakmak aslında. Çünkü umut ışığı çocuklar için de tüm karanlıkları aydınlatıyor. Örneğin bu yaşadığımız büyük salgın bir çocuk romanı olsaydı bu roman, üslubuna ve nasıl ele alındığına bakılmadan, konusu itibariyle çocuğa görelik kriterinden sınıfı geçer miydi? Oysa işte yaşam bu kadar değişken ve biz yetişkinler, yaşamda bunca olasılık varken renksiz, sıkıcı, ille de bildik öğütler veren metinler sunarsak onları edebiyatın ve kurmacanın sonsuz imkânlı dünyasından mahrum bırakırız. Çocukların okuma seçeneği ne kadar zenginse dünyayı kavrayışı da o kadar zenginleşiyor sözü sadece bir klişe değil. O nedenle çocuğa görelik gibi süzgeçleri dikkatli kullanır ve çocukları küçümsemeden onlara gerçekten, hani bizlerin anne babalarımızdan, nine dedelerimizden dinlediklerimiz kadar sahici masallar, hikâyeler anlatırsak hem onlar da hikâyelerden bizler kadar zevk alır hem de hayal güçlerine güvenip kendi güçlerine güç katar. Yoksa neden kitap okumayı tercih etsinler ki zaten?

İyi Kitap: Birlikte çalıştığınız yazar, çizer, çevirmen gibi kitaba emeği geçenler, sansür uygulamalarından ya da sosyal medya tepkilerinden nasıl etkileniyorlar? Şu ya da bu sebeple, otosansür eğilimi hissettiğiniz durumlar oldu mu? Ya da tersinden, yayıncının, bu aktörleri denetim isteğinden bahsedebilir miyiz? Satış-pazarlama kaygıları, otosansürün yolunu açabilir mi?

Özlem Akcan: Kitaba emeği geçen herkes sansür uygulamalarından doğrudan etkileniyor. Benim başıma da gelir mi diye kaygılı bekleyişten tutun da şimdi buna böyle demeyelim de sorun olmasına kadar uzanan geniş bir etki alanından bahsetmek mümkün. Otosansürün en tehlikeli tarafı da genellikle kişinin yaparken fark etmemesi sanırım. Sansürle kuşatıldığınız bir ortamda da otosansürün devreye girmemesi imkânsız.

Filiz Özdem: Açmamalı…

Canan Topaloğlu: Gelen tepkiler tabii ki hem yayıncıları hem de eser sahiplerini etkiliyor. Etkilememesi mümkün mü sizce? Bir kitap, o kitap fikrinin doğduğu zihinden okunup nihayete erdirildiği zihne kadar tüm yolculuğuyla bir bütündür, uzun bir zincirdir. Bu yolculuktaki herhangi bir aktörün bir diğerini etkilememesi söz konusu olamaz. Bir izleyici, okuyucu kitlesi var; bir eser yaratıcı kitle var; bu iki kitle arasındaki köprünün üzerinde çalışan yüzlerce emekçi var; tüm bu zincirdeki ilişkileri düzenleyen ve denetleyen ekonomik ve siyasi birimler var. Tüm bu kitlelerin talepleri, memnuniyetleri, memnuniyetsizlikleri, takdirleri, şikâyetleri, yenilgileri ve zaferleri var. Birbirine eklemlenen. Neden bahsediyoruz biz? Komik olmayalım. otosansürün yolunun açılmasından bahsetmeyelim. Bu, asırlar öncesinin konusu. otosansür otobanı döşeneli de asırlar oldu. Otobanın dönem dönem yer yer çatlamasından, bu çatlaklardan büyüleyici çiçekler bitmesinden, otobanda ara ara göze çarpan yıkılmış yel değirmenlerinden falan bahsedelim.

“Gelen tepkiler tabii ki hem yayıncıları hem de eser sahiplerini etkiliyor. Etkilememesi mümkün mü sizce? Bir kitap, o kitap fikrinin doğduğu zihinden okunup nihayete erdirildiği zihne kadar tüm yolculuğuyla bir bütündür, uzun bir zincirdir. Bu yolculuktaki herhangi bir aktörün bir diğerini etkilememesi söz konusu olamaz.” (Canan Topaloğlu)

Ezgi Berk: Henüz yerli yazarların eserlerini yayımlamadığımızdan ve kitaplarımız tepki görmediğinden olumsuz etkilendiğimiz bir olay yaşamadık. Otosansür ve satış kaygısı yaşadığımız zamanlar oluyor. Örneğin yayımladığımız Bay Kılab kitabının baş kahramanı bir domuz. Yetişkinler tarafından içinde domuz olan bir kitabın tercih edilmeme ihtimalini göze alarak bu kitabı yayımladık. Hele ki pandemi nedeniyle evlerimize kapandığımız, kitap satışlarının oldukça düştüğü şu günlerde kaygılarımız daha fazla. Bu kaygılar da sosyal medyadaki linç de elbette otosansürün yolunu açabilir. Bu durum ise çocuk edebiyatının çok kısır konularla, dar bir çerçeveye hapsolmasına neden olur. Bunun yaşanmaması için kitapları çeşitlendiriyoruz, ama tek başına yayıncıların tüm bu gelişmeler karşısında ayakta durması çok zor. Kolektif hareket etmek, bir araya gelip çözüm yolları aramak, OKUYAY gibi platformların Türkiye’de okur oranını artırmaya yönelik çalışmaları çok değerli.

Nihal Ünver: Kitabını yayınladığımız bir yazarla böyle bir gerilim yaşadık ve yollarımızı ayırdık. otosansür özellikle çevirisini yapmak üzere seçeceğimiz yabancı kitapları seçerken fırlıyor içimizden. Bazı kitaplar çok güzel oluyor ama bir bakışta anlıyoruz, o kitabın basılır basılmaz çok kişiye ulaşamadan kurulluk olacağını. Yayınevi olarak beraber çalıştığımız arkadaşlarımızı denetlemek gibi bir niyetimiz olmadı, bunu belki de bizimle çalışan kişilere sormak gerek. Ama bazı yayınevlerinde bazı dosyaların satış pazarlama departmanlarından döndüğünü duyuyorum. Bu satış pazarlama kaygılarını tam olarak yadsımamakla beraber, yine de ülkemizde bu basıncın olması gerekenden fazla olduğunu söyleyebilirim.

Gökçe Ateş Aytuğ: Eser sahipleri muhakkak etkileniyor. Bu etki bazen otosansürle ama bazen de kararlılıkla sonuçlanıyor. Azımsanamayacak kadar yazar ve çizer, çocukluk üzerine kafa yoruyorlar, ki bunu eserlerinden hemen anlıyoruz. Yayıncılar da bu nitelikli eserin peşine düştükçe ürettiklerimiz çocuklara gerçekten ulaşıyor. Fakat geri kalanı, bugünün ticari kitapları olarak tüketilip bitecek. Aslında bu tür tartışmaları yaparken toplumumuzun çocuğa bakışını bütüncül olarak ele alırsak daha sağlıklı değerlendirmelere ulaşırız. Çünkü çocuk kitaplarına bakış, çocuğa bakıştan azade değil. Ancak çocuğa, çocukluğa saygı duyulduğunda çocuk için üretilenlere de saygı duyuluyor. Çocukların da edebiyat okuru olduğunu, okuma itkilerinin temelinde kurgudan zevk alma arayışının yattığını kabul edersek, onlarda bir duygu uyandırmayan metinlerin okuma heveslerini köreltmesi kaçınılmaz. Bildiği kuralları, öğütleri onlara yukarıdan bakarak tekrarlayan, kurak metinleri okumayı kim ister ki? Çocuklar kitaba ancak yetişkin refakatiyle ulaşabiliyor. O nedenle de yetişkinlerle çocukların talebi ne kadar eşleşirse çocukların sevecekleri kitaplarla karşılaşma ihtimali artacak. Çocuk kitapları alanı, okuruna doğrudan satış yapabildiğiniz bir yayıncılık alanı değil, yani alıcınız doğrudan okurunuz değil çoğu zaman. Satış-pazarlama biçimi de satış kanalları
da yayıncılığın diğer alanlarından farklılaşıyor. Çocuk edebiyatının üzerindeki denetim ve sansür-otosansür gölgesinin kaynağı işte hem bu ikilikte, hem de satışların büyük bölümünü oluşturan okullara kitap pazarlama ağı ve okuma listelerinde aranabilir. Eğitim kurumları, faydalanacağı kitapları seçmekte elbette özgür, ne mutlu ki edebiyattan faydalanıyorlar ve çocukların kitap okuma zevki geliştirmesinde büyük rolleri var. Fakat ne zaman ki yayıncı ve yazarlar, eser içeriklerini okulların öznel taleplerine göre şekillendirmeye başlıyor, o zaman nitelikten ödün vermek kaçınılmaz oluyor. Çünkü edebiyat yayıncısı ve üreticisinin işi ve ölçütleri eğitimcininkiyle aynı değil. Bizim ölçütümüz, çocuklara metniyle resimleriyle güzel, edebi ve estetik değeri yüksek kitaplar üretmek. Metinleri edebiyatın doğasına aykırı denetimlerden, süzgeçlerden geçirirsek eğer, çocukları görmezden gelmiş, dünyayı birlikte deneyimlediğimizi unutup onları salt eğitmeye meyletmiş oluruz. Oysa eğer çocukların kitap okuması arzumuzda samimiysek, çocuklarla da samimiyet kurmamız gerekiyor.

İyi Kitap: Yayımladığınız kitapların yeni basımlarında, okurun tepkileri doğrultusunda düzenlemelere gittiğiniz ya da basımdan tamamen vazgeçtiğiniz durumlar oldu mu? Böylesi bir uygulamayı nasıl değerlendirirsiniz? Okuru memnun etmekle eserin özgünlüğünü korumak arasındaki denge nasıl kurulmalı?

Özlem Akcan: Çocuk edebiyatı için “okuru memnun etmek” değil de “yetişkini memnun etmek” dersek daha doğru olur sanırım. Çünkü kitaptaki ejderhadan, arkadaşına sarılan çocuktan rahatsız olan bir çocuk görmedim henüz. Yetişkinler ya çocukların hayal gücünü dizginleme peşinde ya da kendi doğrularını, değer yargılarını dayatma. Birinin doğrusu bir diğerinin yanlışı olduğu için de sadece “yetişkin memnuniyetini” baz alarak yayıncılık yapmak mümkün değil. Kitap seçiminde bazen risk alıyoruz, bazen de eseri çok sevsek bile baştan vazgeçmek durumunda kalıyoruz. Çünkü maalesef, dünyanın en güzel, en nitelikli kitabını yayımlamış olalım, eğer o kitap hiçbir okura ulaşmıyorsa anlamı da kalmıyor.

Filiz Özdem: Okurların duygusal tepkilerini dinliyor ve yayın ilkelerimiz doğrultusunda onlara açıklamalar yapıyoruz. Hepsi ikna ve memnun olmayabiliyor. Biz ise doğru bildiğimiz ilkelerimizle yayınlarımıza devam ediyoruz. Yayına hazırlanma sürecinde editör de işinin ehli kişi olarak zaten kitabın her aşamasından sorumlu kişidir. Telif kitaplarda yazara ve resimleyene, çeviri kitaplarda çevirmene büyük katkısı olan kültür emekçileridir. Örneğin İtalyan bir yazarın Türkçeye çevirdiğim bir kitabındaki hayvan kahraman sürekli sigara içiyordu. Bu, çocuk için kötü alışkanlık edinmede özendirici olabilirdi. O kitabın çevirmeni olsam da editörlükten gelen bir alışkanlıkla yazarıyla bu konuyu konuştum ve Türkçesinde benim önerim ve yazarın onayıyla sigara içmedi. Hatta yazar da kitabındaki bu durumu hem İtalyanca hem de diğer dillerdeki çevirilerinin tekrar baskılarında düzelteceğini, bu konuya kimsenin dikkat çekmediğini söyleyip teşekkür etti. Çocuk kitaplarında olumsuz ögeler kullanılabilir, ama kullanıldığı durumlarda da bu olumsuzluğun iyi bir şeye evrilmesi gerekir. Masallar kötülükten geçilmez ama bütün masallarda sonunda iyilik, doğruluk kazanır.

Ezgi Berk: Böyle bir durumla karşılaşmadık. Yine bunda henüz yeni bir yayınevi olmamızın etkisi yadsınamaz. Yayımlayacağımız kitapları seçerken pek çok parametreyi değerlendiriyoruz. Metni, çizimleri, mesajı, kurgusu özellikle üzerinde durduğumuz dört başlık. Bu ince elemenin de getirdiği güvenle okur tepkisine göre basmaktan vazgeçeceğimiz ya da tekrar düzenleyeceğimiz bir kitabımızın olacağını sanmıyorum. Eğer uygun bir zemin bulursak okurlarımızla kitaplarımız hakkında tartışmaya, konuşmaya açığız.

Nihal Ünver: Olmadı, çünkü zaten kitapta tartışmalı bir konuyu ele alıyorsak öncesinde kırk filtreden geçirip arkasında duracak noktaya gelene kadar üzerinde düşünüp öylece kitaba taşıyoruz. Bu nedenle geri adım attığımız bir durum olmadı şimdiye kadar. Okuru memnun edecek olan şey iyi edebiyattır. Bizim de burada yayınevi olarak sorumluluğumuz bununla sınırlıdır.

Gökçe Ateş Aytuğ: Okurların tamamını memnun etmek pek olası değil. Dolayısıyla eğer gelen tepkiler öznel değerler üzerinden bir dayatma ise yayıncının eğilimi eserin özgünlüğünü korumak olmalı. Tabii bunun için yayıncının kitabı hangi paradigmayla yayımladığından emin olması, yayımlayacağı eserlerin seçiminde evrensel ölçütlerle titiz davranması gerekiyor. Oysa çocuk kitabı yayıncılığı salt ticari kaygılarla yürütüldüğünde odak, eserin kendisi değil eseri satın alan kişiye dönüşüyor ve sözünü ettiğiniz türden düzenlemeler kaçınılmaz oluyor.

İyi Kitap: Çocuk kitaplarına dair tartışmaların odaklandığı bir diğer konu da “denetim”. Psikolog/ pedagog gibi farklı meslek gruplarının, yayıncılığa dair karar verici mekanizmalar oluşturması gerektiği gibi istekler sıkça dile getiriliyor. Hatta bu tür “denetim” uygulamalarını gönüllü hayata geçiren yayınevleri de var. Sizce edebiyat dışı aktörlerin yeri var mı yayıncılık süreçlerinde? Denetim istekleri ya da uygulamaları konusunda ne düşünüyorsunuz?

Özlem Akcan: Şayet edebiyattan bahsediyorsak edebiyat dışı aktörlerin yayıncılık sürecine dâhil olmasına karşı çıkıyorum. Bir ressama gidip, “Bu eserin insan psikolojisine böyle böyle etkileri var, şunu şöyle çiz,” denilebilir mi? Edebiyatçı için de aynı şey geçerli. Burada sadece, edebiyat dışı, tematik çocuk kitaplarını ayrı tutabilirim. Örneğin, çocukların alt ıslatma sorunuyla ya da tuvalet eğitimiyle ilgili kurgu dışı, eğitici/öğretici çocuk kitabı hazırlıyorsanız, o zaman bir psikolağa danışabilirsiniz. Ama bunun dışında, psikologlar kendi ürettikleri bilimsel eserlerle sadece yazarların entelektüel birikimlerini besleyebilir. Ondan sonrası yazar, çevirmen, editör ve çizer gibi yayıncılık aktörlerinin işidir. Sanat, doğası gereği denetlenemez; edebiyat dâhil.

Filiz Özdem: Az önce de belirttiğim gibi, yayıncılar işinin ehli insanlar. Bizim bir yayın kurulumuz var. Bu kurul, hayatlarını yayıncılık, kültür, sanat, edebiyat işlerinde geçirmiş kişilerden oluşuyor. Kendimden örnek verecek olursam, elli beş yaşındayım ve neredeyse bütün hayatım yayıncılık ve sanat işleriyle geçti. Felsefe mezunuyum, pedagojik formasyonum var, öğretmenlik de yaptım, yazar ve çevirmenim, yıllardır da editörlük yapıyorum. Ama bu yayın kurulunda “pedagojik formasyonum” sebebiyle değil, yerli-yabancı edebiyatla ilişkim ve kültürel donanınım sebebiyle bulunuyorum. Edebiyatta edebiyat dışı aktörlerin yeri hiçbir şekilde olamaz. Sanat ve edebiyat hiçbir denetime tabi tutulamaz, yoksa bu onların ruhunu zedeler, varlık sebeplerini ortadan kaldırır. Özgürlüğün kapısı sadece özgür yaratının ve düşüncenin eliyle açılır.

Canan Topaloğlu: Bu sorunun her cümlesinde çok fazla olumsuzlayıcı ifade var. Çocuk kitabı yayıncılarını ve psikologları, pedagogları hendeklere doluşmuş, karşıt saflarda savaşan savaşçılar gibi görmek ve göstermek çok absürd. Hayatı keşfe çıkan, hayatı olumlayıcı her yaratıcı alan birbiriyle etkileşim içindedir, birbirini besler. Freud, Avusturyalı oyun yazarı Arthur Schnitzler’e “kendisinin yıllar süren meşakkatli araştırma ve çalışmalar sonucunda bulguladığı şeyleri, yaratıcı yazarların sezgisel olarak keşfetmesini kıskandığını” belirtmiştir. Diğer taraftan da bir Kafka biyografisi yazarı olan Ronald Hayman, “Kafka’nın rüyaların cazibesine kapılmasının kaynağının Freud okumaları olduğunu” belirtmiştir. Hadi geçmişi bir kenara bırakalım, modern psikoloji literatürünü taradığımızda da, psikolojinin bireyleri DSM kriterlerine göre etiketleyip tek taraflı “tedavi” yöntemleri uygulama yolunu terk ederek, terapi odasında danışan ile danışmanın birlikte keşfe çıktığı, aktarım ve karşı-aktarım yoluyla bir “sanat” icra ederek danışanda dönüşüm gerçekleştirme yoluna çıktığını da sıkça okuyabiliriz. Edebiyatçının ne yazacağını biliminsanı denetleyemez; biliminsanının teorik ve klinik bulgularını edebiyatçı denetleyemez. Ama bunlar birbirlerinin sanatından öğrenebilir, etkilenebilir; birbirinin yazdıklarını okuyabilir, üzerine düşününebilir, düşünce platformlarında tartışabilir. İnsanın, insan yavrusunun derinlikliklerinin keşfinde, yeni ifade alanlarının açılmasında, yeni ifade araçlarının yaratılmasında, birbirlerinin deneyimlerinden faydalanabilir, zenginleşebilir.

Ezgi Berk: Sanırım çağımızın yoğun yaşamlarında iş yükümüzü biraz olsun hafifletmek için hap bilgilere, kolay çözümlere ihtiyaç duyuyoruz. Bir kitabın hangi çocuk için daha iyi olduğuna, hangi çocuk için konusunun sakıncalı olduğuna ebeveyninin ya da bakım vereninin karar vermesi, geniş anlamda da kitap seçimine çocuğun ebeveynle birlikte katılması en makul seçenek gibi görünüyor. Çocuk psikologları da çocuk edebiyatı uzmanı değil, nasıl ki bir sanat eserini, mesela bir resmi, psikoloğa götürüp “çocuğumun bunu görmesi doğru mu?” diye sormuyorsak bir kitap için de böyle bir denetimin uygun olmadığını düşünüyoruz. Bazen işin içinden çıkmanın zor olduğu kitaplarda çocuk edebiyatını bilen, çocuk kitaplarını takip eden, okuyan psikologlardan fikir alınabilir,
işbirliği yapılabilir elbette. Ancak bu denetim anlamına gelmemeli.

“Edebiyatta edebiyat dışı aktörlerin yeri hiçbir şekilde olamaz. Sanat ve edebiyat hiçbir denetime tabi tutulamaz, yoksa bu onların ruhunu zedeler, varlık sebeplerini ortadan kaldırır. Özgürlüğün kapısı sadece özgür yaratının ve düşüncenin eliyle açılır.” (Filiz Özdem)

Nihal Ünver: Edebiyat dışı aktörlerin yeri elbette vardır yayıncılıkta ama bir denetim mekanizması ya da baskı unsuru olarak değil. Kitaplar hazırlanırken, elbette psikoloğa başvurabiliriz, konu bilmediğimiz bir alana dokunuyorsa özellikle (ölüm, zorbalık, engellilik vs gibi). Ama bu başvurumuz bir denetim ya da onay mekanizmasını çalıştırmaz sadece o kitabın daha iyi bir kitap olmasını sağlar.

Gökçe Ateş Aytuğ: Yayıncılıkta, yayımlanacak kitabın içeriğinde uzman bilgisini ya da onayını gerektiren bir konu varsa ilgili kurum ya da kişilerden danışmanlık alınır. Ancak pedagogların edebi eserleri onaylaması, aynı ihtiyaçtan doğmuyor. Talep edenlerin gerekçesinin çocuğu korumak, uygulayanların gerekçesinin ise satış kaygısı olduğunu varsayabiliriz. Ebeveynler, öğretmenler ya da çocuklara kitap sağlayan yetişkinler, kitapların bırakacağı iz konusunda samimi bir tedirginlik yaşıyor. Haklılar, nitelikli edebi eserler okurda iz bırakır. En geniş halkasından değerlendirmeye başlayıp bu izi, çocukların dünyayı değiştirebileceklerine inanması olarak tanımlarsak abartmış olur muyuz? Denetim talep edenlerin bu ihtiyacını karşılayacak olan, kimi yayıncıların birlikte çalıştıkları pedagoglar da değil aslında. Pedagoji bir sosyal bilimdir, yani bir pedagogun onayladığı eseri bir başka pedagog onaylamayabilir. Pedagogların edebi eser değerlendirme yetkinlikleri ancak şahsi yetkinlik olabilir ve verecekleri kararlar da öznel kararlar olacaktır. Yayınevleri bu işbirliklerini çoğunlukla satış için yapsa da böylelikle denetim talep edenlerin beklentisini karşılamış ve doğrulamış oluyorlar. Oysa pedagoglar çocuklarımızı bizden daha iyi koruyamaz. Kendi çocuğumuzu, öğrencilerimizi ya da kitapla buluşturmak istediğimiz çocuğu en iyi biz tanıyoruz. Neyi okumak isteyeceğini, neyden korktuğunu, neyi okumaya ya da konuşmaya hazır olduğunu biz biliyoruz. Ya da belki de, bilmiyoruz ama kitaplar aracılığıyla deneyimliyoruz, ki bu harika bir fırsat. Yayıncılık çocuklara ve yetişkinlere de seçenek sağlıyor, zevkimize göre, ihtiyacımıza göre, değerlerimize göre olan kitaplar da var, olmayanlar da. Yayınevi ve yazar, çizer, çevirmen takip ederek seçenekleri beğenimize ya da beklentimize göre sınırlandırmak mümkün.

Show More