İyi Kitap

Çocuk ve Gençlik Kitapları Dergisi

Ân’dan zamana…

Ân’dan zamana…

Şeref BİLSEL

Şiir, öykü, deneme, tiyatro oyunu dalında eserler vermiş olan Sabahattin Kudret Aksal’ın altı öyküsünü barındıran Saatler’de “zaman”ın insan üzerinden resmedilmiş somut hâllerine rastlıyoruz. Saatler bu çok yönlü sanatçıyla tanışmak için iyi bir fırsat.

Belki yirmi yıl olmuştur; Aksal’ın “Kahvede Şenlik Var” adlı oyununu özel bir radyo için tasarlayıp seslendirmiştik. Daha o vakitler düşünmüştüm: Nasıl olur da hayatın içinden bunca ayrıntı, ironinin tadını taşırmadan, bunca sahicilikle ifade edilebilir. Aksal gerek öykülerinde gerekse oyunlarında yer alanları, “konuşabilecekleri kadar konuşturan” bir yazar. Onun edebiyata açılan birçok penceresi var: Şiir, öykü, deneme, tiyatro oyunu. Aksal’da edebiyatın bahçesine bakan bütün cepheler temelde şiir olana, şiirden yana olana ayrıcalık tanır. Bugün belki Aksal’ın şairliği etrafında göz alıcı bir yörünge oluşturacak hacimde insan birikmemiş olabilir, fakat her geçen gün Aksal gibi saf, rafine eserler ortaya koymuş isimlerin azlığı daha bir dikkat çekmektedir. Bütün bu edebî türlere yönelirken terk etmediği bir özelliğini vurgulamak gerekir: dile gösterdiği titizlik ve dilin doğurduğu yalınlık. Bu yalınlık, insanı gündelik hayat içinde yakalıyor; yazının içinden çıkartıp yaşayan bir mevsime sokuyor.

Saatler’de Aksal’ın altı öyküsü (Gazoz Ağacı, Yaralı Hayvan, Saatler, Soyut Oda, Vav’lar, Ev ve Ölü) yer alıyor. Kitaba altıncı öykü olarak “Saatler”in eklenmiş olması bence son derece isabetli. İsabetli çünkü bir taraftan yazdıklarının çoğunda gizli bir özne gibi dolaşan “zaman”ı saatler üzerinden somut bir daireye taşıyor; diğer taraftan ise yazarın şair kimliğine okurları doğrudan yönlendiren yoğun ifadeler barındırıyor.

Bu öykülerden en uzunu –adı, anlattıklarının önünde bir şöhret yakalamış olan– “Gazoz Ağacı”dır. Kitapta otuz beş sayfa bir hacim tutuyor. Öyküyü bu son okuyuşumda, ilk okuduğumdakine benzer bir düşünceye kapıldım yine: Gazoz Ağacı, üç-dört sayfada nihayetlenecek bir malzeme üzerinden söz alıyor. Peki, öykü uzayınca öykülüğünden ne mi kaybediyor? Tekrarlar giriyor devreye; dikkati öykünün orijininden uzaklaştıran ayrıntılar; herkesi konuşturma isteğinden doğan gürültü, laf kalabalığı belki.

TAMAMLANMIŞLIK HİSSİ

Sabahattin Kudret de tıpkı Dağlarca gibi TDK’nın İmla Kılavuzu’na son derece bağlı. Aksal’ın öykülerinde tanık olduğu zaman ve mekân içinde sürüp gitmiş günlük olaylar var. Bu bağlamda kitabı oluşturan öykülerden “Vav’lar”ı dışarıda tutmamız doğru olabilir. Şöyle başlar öykü: “Abdülmutallip Bey II. Abdülhamid’in tahtan düşmesinden bir- kaç ay önce pek kısa süre kaldığı Akdeniz kentlerimizden birinin mutasarrıflığından ayrılmış, Gülcemal vapuruyla İstanbul’a dönüyordu.” Bu öykü bir taraftan Osmanlı kültürünün son demlerini –eşyalar ve konuşma biçimiyle– bize resmediyor; öte taraftan da “hattatlık” mesleğinin inceliğinden hareketle harflerin görselliğine dikkat çekiyor.

Kitabı oluşturan altı öykünün finalleri okuyanda bir tamamlanmışlık duygusu bırakırken, bir taraftan da bu son cümleler bizleri bir şiirin ilk dizelerindeki atmosfere sokuyor. “Buradan devam edebilirsiniz,” diyor sanki. Önce, yaşanılmış olanı, farklı insan kimlikleri üzerinden yeniden hayatımıza sokuyor; sonra bu hayattan geriye kalanları birkaç cümleyle derleyip yeni bir hayata koyulmak için hazırlananların önüne koyuyor. Öykülerin finalleri zamanı genişletiyor; ister içinde bulunduğunuz zamanı, isterseniz öykünün geçtiği zamanı dikkate alın, okuduklarınız yanı başınızda olup bitmiş olay ve durumlar gibi size tanıdık geliyor. Öyküler bizi, bir imge yumağının, zamana ve mekâna doğru çağrışıma açık iletilerin içine bırakıyor. “Saatler” öyküsünün son cümlelerine yakından bakmak, bu konuda bir fikir verebilir: “Kahvenin duvarındaki saate baktım. İkiyi yirmi geçiyor. Bir şeyler yazmak istemiş, yazmış, rahatlamıştım. Önümdeki kâğıdı okumadan yırttım. Elimde yuvarladıktan sonra, masanın üstündeki tablaya bırakıp kahveden çıktım.” Bu satırlarında içinde olduğu öykünün yayımlandığı tarih 1955. Bu ifadelerde bir yazarın kâğıt karşısındaki, dolayısıyla yazma eylemi içindeki tavrı; yazının bir tamamlayıcı unsuru olan zamanla (duvardaki saat) irtibatı; ihtiyaç duyduğu, bağlandığı şey (yazmak) ile o şeyin (yazılmış olan kâğıt) terk edilmiş olduğu yer iç içe oturuyor. Nelerin yazı üzerinden yaşanamayacağını, nelerin yazılamayacağını iyi bildiği için bizim karşımızda yazdıklarına inanan bir yazar kalıyor.

Saatler  Sabahattin Kudret Aksal Yapı Kredi Yayınları, 116 sayfa
Saatler
Sabahattin Kudret Aksal Yapı Kredi Yayınları, 116 sayfa
Show More