İyi Kitap

Çocuk ve Gençlik Kitapları Dergisi

Yaşam, ölüm ve etik üzerine

Yaşam, ölüm ve etik üzerine

Zarife BİLİZ

Sevim Ak son romanı Gazete Fısıltıları’nı yazarken, yıllardır  biriktirdiği dergi ve gazetelerdeki haberlerden faydalanmış. Kitap kurguya ustalıkla yedirilmiş verilere yaslanarak canlılar arasındaki hiyerarşiyi, ötenazi kavramını, yaşamın ve ölümün anlamını sorguluyor.

Sevim Ak her kitabında farklı konulara el atarak okurunun heyecanını diri tutmayı başaran bir yazar. Son kitabı Gazete Fısıltıları’nda kendine kahraman olarak günümüzün hızlı teknoloji ve tüketim çağında yaşayan ve bu nimetlerden bolca faydalanan on iki yaşındaki Afi’yi seçmiş. Ancak Afi’nin doğum sırasında ölen kız kardeşi Kozi farklı bir boyuttan gelip romana dâhil oluyor ve bize başka bir dünyadan haberler veriyor. Kozi doğanın bir parçası, öldükten sonra altına gömüldüğü manolya ağacını kızı o aslında; hayata “teknoloji çocuğu” Afi’den bambaşka bakıyor.

Kozi’nin bilfiil varlığı kadar, kendi varlığına ve hayata getirdiği açıklama, okurun ve Afi’nin zihnine insan merkezli bakış açısını kıracak düşünce tohumları serpiyor. Kozi’nin attığı tohumlar erkenden meyve vermeye başlayınca Afi’nin yaşadığı olaylara bambaşka bir gözle bakmaya başlayışına, sorgulamalarına tanık oluyoruz. Kurgu farklı farklı yan hikâyelerle akarken Afi hayatı, “bitkisellik” terimi üzerinden canlılar arasındaki hiyerarşiyi, ötenazi kavramını, yaşamın, ölümün ve sevginin anlamını sorguluyor. Zengin karakter kadrosu ve hareketli kurgusuyla Gazete Fısıltıları “normal” kabul edilen genelgeçer fikirlere meydan okumayı başarıyor ve bunu yaparken bilime de yaslanıyor…

Gazete Fısıltıları adlı kitabınızın kahramanı 12 yaşında bir oğlan çocuğu olan Afi. Afi’nin, anne karnında yeterince gelişmediği için doğum sırasında ölen ve bahçelerindeki manolya ağacının altına gömülmüş olan bir de ikiz kız kardeşi var: Kozi. Romanda Kozi zaman zaman Afi’yi ziyarete geliyor ve onu Afi’den başka kimse göremiyor. Ölüm gerçeğine yaklaşımınız üzerine biraz konuşalım mı?..

Yaşam bana erken yaşlarda aile büyüklerimi ve sevdiğim değerli dostlarımı kaybetme şanssızlığını yaşattı. Bu travmatik süreçleri mutlak ölüm fikrinden uzaklaşarak, yaşam ve ölümün iç içe olduğu ve aralarında ince bir çizgi bulunduğu gerçeğine sarılarak yenmeye çalıştım. Bu kitapta da dede, “Bir tohuma can vermek, yaprağın özsuyuna karışmak, bir böceğin kanadını güçlendirmek, yaşama sana öğretilenden başka türlü katılmaktır, son yoktur,” der. Toprağa karışan bedenin doğada geçirdiği değişimin gidebileceği noktaları bir düşünmeye kalksak, üstelik bu yolculuğa çocuklara aktarılan genleri, hücreleri, bilgileri, yaşanılan paylaşılan anıları katsak, yaşamın pek öyle kolay ölüme dönüşemediğini hissederiz. Düşünce alanını genişlettikçe, “Hepimiz evrendeki yıldız tozlarının yeryüzünde yaşayan parçalarıyız,” sözüne ulaşmak hayal değil.

Doğaya yakın, belki de doğanın ta kendisi olarak tasvir edilmiş olan Kozi kitapta hayali bir kahraman olarak kurgulanmamış. Oysa kitapta gerçeküstü ya da fantastik başka hiçbir unsur yok. Üstelik Kozi “ölüm”ü, aynı anne karnını paylaşan bir ikiz kardeşin ölümünü simgeliyor…

Yeni doğmuş bir bebek henüz ne doğanın parçasıdır, ne de “toplum içinde bir varlık”. Kozi baştan modern dünyaya gelmeyi reddetmiş, Afi ise kabul etmiştir. Afi’nin içine çekildiği dünyanın “hiçlik” olarak gördüğü durum, Kozi için özgürlüktür. Afi aile, okul, medya gibi kurumlarla, çevresel, bireysel ilişkiler ve bağlılıklar içine düşmüştür. Kozi’nin, dedesinin öldüğü gün Afi’ye görünmesi onun doğanın sesi olduğu kadar büyüme sürecine eşlik eden dedesinin sesi olduğunu da düşündürtecektir. Afi büyürken, neyi nasıl yapsam iyi olur, sorularının yanıtını çoğunlukla arkadaş çevresindeki genelgeçer değerler üzerinden aramaya kalksa da sırtını yaslayacağı bir ağaç, yolunu aydınlatacak bir fener de arar. Dedesinden sonra küçüklüğünden beri üstüne hayaller kurduğu, hikâyeler yarattığı Kozi’yi hayatına alır. Tümüyle kurmaca bu karakterleri okur da ne kadar isterse o kadar gerçek kılabilir.

Kitabın kurgusu içinde pek çok yan olay akışa girip çıkıyor. Bir alışveriş merkezine konan bomba sonucu yaralanan genç seyyar satıcı mesela… Patlama sonrasında bu satıcının sattığı saatler ortaya saçılınca Afi’nin arkadaşı iki saati alıp birini de Afi’ye veriyor. Bu durum Afi’de bir vicdan hesaplaşması yaratıyor ve saatçinin peşine düşüyor. Ama satıcının yattığı hastane odasında, annesine refakat eden Sude’yle tanışması ve Sude’nin hikâyesinin kurguya dâhil olması dışında bu öykünün sonu yok roman içinde… Saatçinin peşini niçin bırakıyor Afi, saati ona geri verme arzusundan neden vazgeçiyor?

Afi birden karşılarına çıkan dehşet verici olaya Sarp gibi başını başka yöne çevirerek ya da annesi ve arkadaşı Cansu gibi, “İyi ki biz orada yoktuk,” anlayışıyla kayıtsız kalamaz. Bir gazete haberiyle genç saatçinin yattığı hastaneye ulaşır. Hayatın bilmediği bir başka yüzüyle esas orada yüzleşip kendini genç adamın yerinde, çaresiz ve güvensiz hisseder. Saati yatağın kenarına sıkıştırmak ister ama gel-git yaşar. Okudukları gazete haberleri, izledikleri televizyon programları korku kültürüyle kuşatmıştır benliğini. Ya kamera varsa, ya hareketim yanlış anlaşılırsa, ya suçlu damgası yersem korkusu elini ayağına dolar. İkinci gün yine hastaneye gittiğinde saatçiden saat almış müşteri rolünü kuşanır. Oysa komadaki iki hastanın yattığı odada para, mal, eşyanın hükmü yoktur. Sözü esinti gibi geçer gider. İstediği, saatten her ne şekilde olursa olsun kurtulmak mıdır? Saatçi gündem değişince gazete haberlerinde yer almaz, görünmez kılınır. Hızlı değişip giden, değersizleşen şeyler ve olaylar arasında yaşarken, öylece durup bir şey yapmadığını sandığı dünyaların gizemli sesine kulağını vermiştir Afi. Kozi’yle kurduğu bağdan dolayı yatkınlığı vardır. Sude’nin uzun yıllardır bitkisel hayattaki annesiyle ilişkisindeki bilinmezlere doğru çekilmeye başlar.

Sude’nin annesinin 6 yıldır bitkisel hayatta olması ve babasının bir aşamada artık fişini çekmek istemesiyle romanınıza zor bir soruyu/ sorunu (ötenazi kavramını) dâhil etmişsiniz. “Bitkisel yaşam” kavramını, terimin kelime anlamına indirgeyerek sorguluyorsunuz kitapta. Bitkisel olanın canlılığından, canlılığın ille de hareket edip konuşmak mı olduğundan başlayarak, insan merkezli yaşam anlayışını kırmaya çalışıyor, canlının yaşam hakkına başka bir yaklaşım getiriyorsunuz… “Bitkisellik” kavramı etrafında dönen ilginç bir düşünme biçimi bu. Bu düşüncelerin oluşum süreçlerinden, esinlerinden bahsetmek ister misiniz?

Bitkisel yaşam “en düşük bilinç düzeyi” gibi düşünülür; bitki gibi hareketsiz bir gövdesi, serum hortumlarından kökleri olan engelli bir yaşam.  Kimseyle iletişim kurmadığı, topluma faydası olmadığı, uyanıp uyanmayacağı belli olmayan bu insanlar ekonomik anlamda da yük gibi gözükürler. Uzun sürede iyiye gidiş göstermeyen vakaların yaşam desteğinin kesilip kesilmemesi üzerine tartışmalar gazete ve dergilerde ara sıra yer alır. İlgimi çeken bir gazete haberinde, hasta bakımını yapan kişi ötenazi kararına karşı,  “O bir bitki değil, hâlâ bir insan ve değersiz kabul edilemez,” diyordu. Genelde ulaşılamayan alanlara biçilen değersizlik sözü burada da, şifreleri henüz gerektiği kadar çözülememiş bitki dünyasına yakıştırılmıştı. Bitkileri inceleyen bilim adamları onların kimyasal alışverişlerini, karmaşık ve sosyal ağlar kuruşlarını, birbirlerinin eksiklerini tamamlama, sinyal göndererek uyarma, bilgi aktarma, çevre koşullarını değiştirme özelliklerini ve hayatta kalmak için mücadele azmini anlatan makaleler yayımlıyorlar. Bitkilerin, insan kulağının duyamadığı frekanstaki sesleri, insan gözünün göremediği kırmızı altı, morötesi ışıkları seçebildiği biliniyor. Bitki dünyasının kapıları aralandıkça yaygın bakış açılarında köklü değişiklikler olması kaçınılmaz gözüküyor.

Sude’nin annesine yapılan bir deney var; kişinin duyuları ve zihni açık olmasa da aslında her şeyi algılayabildiğini kanıtlayan bir deney. Böyle bir deney gerçekten yapılıp bilimsel literatüre geçmiş mi?

Nature dergisinin 2006’nın en önemli bilimsel gelişmeleri listesinde yer alan bir makaleden (A. Owen – S. Laurey) yola çıktım. Bitkisel hayattaki bir kadına, “Evini gezdiğini hayal et, kahve içtiğini, maç seyrettiğini düşün,” gibi komutlar verilmiş. Beyinde işlevsel manyetik rezonans tekniğiyle gözlenen değişiklikler sağlıklı bir kişininki ile aynı yerde ve şekildeymiş. Tek örnek bu değil. Veriler çeşitlendikçe ölüm kavramının yeniden düzenlenmesi gerekliliği de ortaya çıkıyor.

Aklıma takılan böyle bir deney daha var. Arkadaşı Sarp’ın amcası Oklit, Afi’ye bitkilerle ilgili basit bir deney yapmasını söylüyor… Kopmuş bir yaprağın bile ilgiyi hissedebildiği sonucu çıkıyor bu deneyden…

1985’lerde Bitkilerin Gizli Yaşamı adlı bir kitap beni çok etkilemişti. Kitapta, Doğu ve Batı’da birçok bilim insanının, psikoloğun, Hindu felsefecisinin, bitki araştırmacısının bitkilerin çevredeki değişimlere, ısıya, müziğe, frekanslara, olaylara gösterdiği tepkileri değerlendirişi aktarılmıştı. Tarladaki bitkilerin gelişmesini birçok uyaranla olumlu yönde etkilemenin olası olduğunu biliyoruz bugün. Dalından koparılan bir yaprağın bile kuruma hızının çevreden aldığı sinyallere bağlılığı denenmiş, izlenmiş.

Oradan yola çıktığımızda bitkiler de aynen “bitkisel yaşamda” olan insanlar gibi çevrelerinde olan biteni, duyguları anlayabiliyor… “Normal” insanlar gibi…

Bitkiler genel kanıdaki gibi öyle suskun durmuyorlar, TV ışıklarını, X ışınlarını sevmiyorlar, darbelerden, temastan etkileniyorlar, çevresel uyaranlardan sinyal alıp başka bitkilere iletiyorlar, savunmak ve güçlü olmak için kendi türlerinin bir arada yoğunlaşmasını seçiyorlar. Bitki duyularına dair yeni keşifler bu alana bakışı daha da keskinleştiriyor. “Normal” kavramının içeriği değişiyor.

“Biri kendisine verilen ömrü uzun uyuyarak geçirmek isterse, ‘Git mezarda uyu,’ mu denmeli ona? Bir insanın en çok kaç gün, kaç ay, kaç yıl uyumasına izin verilebilir.” Bu sözler Sude’nin annesinin yaşam hakkı için Afi’nin aklından geçenler. Yaşam hakkına, yaşama dair farklı, kışkırtıcı, meydan okuyan bir bakış açısı. Kitabı okuyanlar biliyor aslında ama gene de burada birkaç cümleyle ötenaziye dair fikirlerinizi dillendirebilir misiniz?

Beyin geri dönüşün mümkün olduğu bir uyku dönemine girmişse beynin hasarlarını onarmasının beklenmesinden yanayım. Yaşamla ölüm arasındaki çizginin en inceldiği yer burası. Geri dönüş örnekleri sayısızdır. Yaşam hakkını sonuna kadar kullanmaya izin verildiğinde, teknolojinin bugün geldiği noktada nano-malzemeler, mikroçipler, implantlarla hasarların daha hızlı onarılabildiğini biliyorum. Hasta yakınlarının ve sosyal hizmet kurumlarının uzun bitkisel hayatı boşa giden emek ve maddi külfet olarak görmeleri sorunlu nokta bence. Geri dönüşün gerçekleştiğine hangi kriterlerle karar verileceği bile hâlâ tartışmalı.

Son olarak, en başa, yani kitabın adına dönelim: Gazete Fısıltıları. Kitabın ismine dair neler söylemek istersiniz?

Bu kitabı yazma sürecinde yıllardır biriktirdiğim gazete ve dergilerde yer alan birçok haberden esinlendim.

Roman karakterleri de gazete haberlerinden etkileniyorlar. Afi büyüme ve kendini var etme sürecinde o güne kadar yüzünü çevirmediği farklı hayatlara yakınlaşıyor. Oklit amca gazete ve dergilerdeki sanat, bilim haberlerini izleyerek emeklilik günlerinde kendine yeni pencereler, ilgi alanları açıyor. Gazetelerdeki fısıltılar steril, tekdüze dünyaların dışında toplumun farklı kesimlerinde yaşanan gündelik olayları kulağımıza bırakıyor.

Gazete Fısıltıları  Sevim Ak  Can Çocuk Yayınları, 224 sayfa
Gazete Fısıltıları
Sevim Ak
Can Çocuk Yayınları, 224 sayfa

 

Show More