İyi Kitap

Çocuk ve Gençlik Kitapları Dergisi

Çocuk edebiyatından söz ederken, aslında neden söz ediyoruz?

“Çocuk” deyince, sunulmuş kısıtlar dâhilinde düşünür hâle geliyoruz. Tam da bu nedenle, gözümüze hemen görünüveren o resmi devlet sansürünü konuşmadan önce, kendi kendimize koyduğumuz ama görmekte en çok zorlandığımız büyük sansürü görmeliyiz. Edebiyatı neredeyse yok kılan o otosansürü.

Yazan: Mehmet Erkurt

Başlıktaki soruyu “… neden söz etmiyoruz / edemiyoruz?” şeklinde değiştirmek de mümkün. Çünkü ülkemizde çocuk edebiyatı, dünden
bugününe, belli dönüşümler dâhilinde, hâlâ en çok söz edemeyişlerimiz, dışarıda bıraktıklarımız üzerinden tanımlanıyor. Çocuk
edebiyatında sansürü ve olası biçimlerini konuşmadan önce anlamamız gereken bu: Biz, çocuk söz konusu oldu mu, kısıtlı “söz edilebilenler” arasında düşünüyor, hayal kuruyor, kurguluyoruz.
“Çocuk edebiyatı nedir?” gibi bir tasvirsel soruya genellikle, “Çocuk edebiyatı ne olmalıdır?” gibi normatif bir sorunun eşlik ettiğine sık sık
tanık olmuşuzdur. Pek çok alanda ve konuda tasvirin ve normun birbirine eşlik etmesi gayet doğal karşılansa da çocuk edebiyatında norm hep önden koşar gibidir. Çünkü norm sığınılan cevap niteliğindedir. “Çocuğa neyi nasıl anlatmalıyım?” sorusuna aranan cevap “-meli/malı” eklerini hemen katıverir peşine. Çocuğun merkeze oturmasıyla birinci derecede harekete geçen sorumluluk duygusu ve/ya sorumlu olduğunu görünmez otoriteye kanıtlama ihtiyacı metnin başına oturan yazara da o metni yayımlama ya da yayımlamama kararını verecek olan yayıncıya da yayımlanmış kitabı çocuk için seçip seçmeyecek yetişkine de bir duyarlılık, yer yer de kaygı yükler. Konu çocuktur ve sorularımızın yanıtını hep onu odak alarak ararız. Yanlış mıdır? Tartışılır. En azından çocukla kurduğumuz ya da kuramadığımız ilişki çerçevesinde, bir yetişkin olarak kendimizde gördüğümüz yetkinlik bağlamında tartışılmalıdır.

Pek çok yetişkinin, çocuk edebiyatı başlığı altında yayımlanmış, üstelik her yaştan okura ulaşabilmiş ve bu okurların beğenilerini kazanabilmiş, üzerine sık sık konuşulmuş ve niteliği kitlelerce kanıtlanmış onlarca eserden seçtiği birkaçını okuyup, “Bunlarda nedir güzel olan? Nedir benim de hoşuma giden? Nedir kitleleri peşinden sürükleyen ve üzerinde çoğunlukla hemfikir olunan o ‘doğruyu’ yakalayan?” gibi sorular sormak yerine, çocuk edebiyatının ne olduğu ve nasıl olması gerektiği üzerine yapılan basit açıklamaları, bu konu çevresinde düzenlenen atölyeleri, belli başlı formüllerin tekrarlandığı söyleşi ve panelleri, edebiyata temas etmemiş “uzmanlıkları” öncelemesi biraz da bundan. Konu çocuk oldu mu pratik formüllere duyduğumuz ihtiyaç kendini çok daha elzem gösteriyor. Yaygın sonuç, çocuk edebiyatıyla ilişkimizi önce okurluk üzerinden kurmak yerine, tanımlara ve tavsiyelere sığınmaktaki aceleciliğimiz. “Neden önce eserle kuracağımız ilişkiye, diğer bir deyişle okurluğumuza, kendimize güvenmekle başlamıyoruz işe?” sorusunu elbette sadece sorumluluk duygusuyla irdeleyemeyeceğimiz ortada. Önce okur oluşumuza, metinle kurduğumuz ilişkiye, kavrayışımıza ve hislerimize güvenmemiz, bunun için de okumaktan keyif almayı bilmemiz gerekiyor. Tartışmasız, bu bilinen, öğrenilen bir şey. Bu keyif ilişkisini daha en başından kurmadıysak, okumaktan tat almadıysak, edebiyata bilinmezin ve uzaklığın verdiği kaygıyla yaklaşmamız, elbette kaçınılmaz değil -çünkü her zaman bunu önleyecek bir düşünme ve sorgulama gücüne sahibiz- ama bir yandan da olası. Çünkü çocukla ilgili kaygımıza bir de edebiyata olan uzaklığımız eklendiğinde, bilinmezlerin sayısı doğal olarak artıyor, düşünce ve hayal alanı daralıyor.
Öte yandan, edebiyat okuru olup yine benzer sorulara takılmak mümkün. Edebiyatın insana keyfin yanında nasıl bir zenginlik sunduğunu, bu zenginliğin nasıl soruları ve düşünceleri harekete geçirebileceğini, dış ve iç dünyalara attığı köprüleri zaten deneyimleyen biri şunu sorabilir: Sevdiği ve sorumluluğu altındaki çocuk böyle edebi bir deneyime hazır mıdır? Edebiyatın, dolayısıyla hayatın sorduracağı sorular ona “uygun” mudur? “Ben”, yani yetişkin, onun sorularıyla yüzleşmeye hazır mıyım?.. Diğer bir neden ise, edebiyat okurluğunu her daim sürdüren yetişkinin çocuk edebiyatından özellikle uzak durmasında yatar. Bu da bizi çocuk edebiyatına dair en kadim ve en kısır varoluşsal tartışmaya götürür: Çocuk edebiyatı, edebiyat sayılır mı? Bu son soruya “evet” diyenlerin sayısı, ne mutlu ki son on beş yılda “hayır”ları gölgede bırakacak kadar arttı… Elbette bu kabul edişte edebi niteliğe, öyküye ve anlatıma verilen değer mi baskın, yoksa çocuk kitaplarının yadsınamaz güçte bir pazara dönüşmesi mi, tartışılır. Buna evet de desek hayır da değişmeyen bir sonuç bizi ilgilendiren: Çocuklara yazdığımız zaman, ilk önce edebiyattan ödün veriyoruz. Öyküden, anlatımdan, hayal gücünden…
Haksızlık etmeyelim, geçtiğimiz on beş yılda çocuk edebiyatında azımsanmayacak yol katettik. Ancak üzerine düşünmemiz gereken temel eğilimler hâlâ ön planda. Didaktizme kaçmaktan, değerlere sığınmaktan alamıyoruz kendimizi. Belli temalarla kısıtlandığımızın farkına varmadan, aynı tip insanları, aile yapılarını ve davranış kalıplarını tekrar tekrar üretiyoruz. Pek çok kavramı ve kutsalı sorgulamaktan, farklılıklara açılmaktan -ya da “kabul görmüş” farklılıkların dışına çıkmaktan- imtina ediyoruz. “Güvenli” sınırlarda kalmaya çalışıyoruz. Yapmadığımızı söylesek de azimle çocuğu eğitmeye devam ediyoruz. Çocuk için bir şey yapmak kaygısından, elbette “iyi” ve “doğru” bir şey yapmak kaygısından çeşitliliğe adım atmaya çekiniyoruz. Güvenli bölgede kalmaya özen gösterirken, bu alanın ne kadar dar
olduğunu ve bu darlığın gerekliliğini sorgulamak için gereken merakı, zamanı ve çabayı öteliyoruz. Neticede, “çocuk” deyince, sunulmuş kısıtlar dâhilinde düşünür hâle geliyoruz. Tam da bu nedenle, gözümüze hemen görünüveren o resmi devlet sansürünü konuşmadan önce, kendi kendimize koyduğumuz ama görmekte en çok zorlandığımız büyük sansürü görmeliyiz. Edebiyatı neredeyse yok kılan o otosansürü. Ve tabii ki o otosansürün doğurduğu, besleyip büyüttüğü sansür kültürünü, bu kültürden beslenen tüm paydaşları. Baskın duygu çocuğa neleri söyleyip söyleyemeyeceğimiz olunca, özgüveni ve sorgulama cesaretini düşüren bir kaygının hâkim olduğu kültür bütün yetişkin paydaşlara yayılınca, pazar bu yetişkin kültürü dönüştürmek yerine onun durumunu perçinleyen bir üretime ve tüketime bel bağlayınca, siyasi erk de üzerine otoritesini kurduğu her türlü kaygıyı ulusal eğitim sistemleri ve kanunlar yoluyla körükleyip statüko tanımları yüceltince, çocukta ve edebiyatta bir adım ötesini hayal etmemiz güçleşiyor. Otoriteyle, erkle, okullarla, pazarla, meşruiyeti tartışılır “uzmanlık” söylemleriyle ve çıkar gruplarıyla sürekli beslenen ama adına sansür denmeyen bir girişememe, yaklaşamama, adım atamama hâli içinde deviniyoruz. Sonuç, ne yazık ki anlatımdan ve kurgudan nasibini alamamış, hayal gücünden ve çeşitlilikten yoksun metinlerin çocuğa “yararlı” sıfatıyla sunulmasına geliyor.
Bizler yetişkiniz. Sandığımızdan çok daha fazlasını biliyor, bilmediğimizi fark edebiliyor, fark ettiğimizin üzerine gidebiliyor, üzerine gidip kendimizi geliştirebiliyoruz. Yeni kapılar açabiliyor, köprüler kurabiliyoruz. Çocukluğumuzdan beri, bilginin de ötesinde, öğrenmeye ve kavramaya eşlik eden engin bir sorgulama yetimiz var. Sorularla kavramlara, anlamaya ve çözmeye adım adım yaklaşacak potansiyele sahibiz. Bu, hayat için ne kadar geçerliyse, edebiyat ve çocuk için de bir o kadar geçerli. Çocuklarla konuşmaktan korkmadıkça, merak duygularıyla aramıza mesafe koymadıkça, sorularına kesin cevaplardan çok yeni sorularla eşlik edince, meseleleri, olasılıkları, hatta bizzat kendimizi çeşitlendirmemiz kolaylaşıyor. Bize tanımlanmış düşmanlıkların ve karşıtlıkların ötesini görmeye başlıyoruz. Edebiyatın
da buna ihtiyacı var: İletişime ve sorularla ilerlemeye. Tanımlanmış sınırları sorgulamaya. O zaman kendimize hak gördüğümüz edebi keyfi niçin sıklıkla çocuklardan esirgediğimizi, hayatın sunacağı sonsuz sayıda öyküden çocuklara ne zenginlikler çıkarabileceğimizi daha iyi kavrarız.
Bir de bakarız ki önceliğimiz gerçekten edebiyat ve çocuk olmuş.

Show More