İyi Kitap

Çocuk ve Gençlik Kitapları Dergisi

Kırılgan, mavi damarlı (kız) çocuklarına…

Babalar ve Kızları, cesur ve yetenekli bir kadının, başarılı akademik kariyeriyle (iyi ki) yetinmeyerek en derininden attığı çığlık, hesaplaşma, yüzleşme ve affetme çabası…

Yazan: Alev Karakartal

Bir kaç yıl önce kaybettiğim babam yol arkadaşım, sırdaşım, içinden değil içine doğru sevenim, özlemden patlayan kalbim; arkadaşlarımın babaları yasakçı, dayakçı, prens gibi, kahraman, ortada olmayan, olmasa diye duaya durulan; Hollywood’takiler hasarlı ama sevgi dolu, serseri, bağımlı, ırkçı, zalim, mazlum; Yeşilçam’daki muadilleri uyurken seven, hiç sevmeyen, uzak, “fazla yakın” komik, hüzünlü…
“Kız çocuğunun ilk ve en büyük âşkıdır,” derler babalar için, sonrasında hep başkalarında arayıp durduğu. Ya öyledir ya da çok söylendiği için öyleymiş gibi gelir, bilmek zor. Ama büyük soru, odanın ortasındaki fil gibi orada öylece durur: Bir insan gerçekte ne zaman baba olur? Baba olmanın yolu, yordamı, adabı var mıdır? Baba-kız ilişkisinin hangi anında, ne türden bir saikle yaslanacak dağ bellediklerimiz çığ olup üzerimize akar?
“Evvel zaman içinde ve ne güzel evvel zamanlardı onlar bir küçük mööinek varmış, yoldan aşağı inen ve yoldan aşağı inen bu küçük mööinek tuku bebek adında cici bir küçük çocuğa rastlamış.”
James Joyce’un, hani şu “tüm zamanların en etkileyicileri” listesinde başa oynayan yazarın, Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi adlı, az okunan ama çok bilinen kitabı böyle başlar: “Evvel zaman içinde ve ne güzel evvel zamanlardı onlar…” Sonra işte bu yetenekli genç adamlar baba olur, “ışık kaynağı” diye çağırdıkları kızları hayallerinin peşine düşecek kadar büyüdüğünde bin yıllık film başa sarılır: “Lucia, Lucia biraz hoşnut ol. Bir kadının mektup yazabilmesi ya da bir şemsiyeyi incelikle taşıyabilmesi yeter de artar bile…”
Mary Talbot’un yazdığı ve eşi Bryan Talbot’un resimlediği Babalar ve Kızları, tarihin her daim ötekisi olarak kadın anlatısından bir dilim kesmiş, geçtiğimiz yüzyılın ilk yıllarında başlayan ve günümüze gölgesini düşüren paralel bir kurguyla, iki (entelektüel) baba ve iki kızının biyografik ve otobiyografik hikâyesinin peşine düşmüş. Toplumsal cinsiyet araştırmaları alanında tanınmış bir akademisyen olan Mary M. Talbot’un adı dikkatlı okuyucuya yabancı gelmeyecektir. Sufrajetlerin mücadelesini anlattığı grafik roman Öncü Kadınlar, yine Desen Yayınlarından ve yine eşi Bryan Talbot’un çizimleriyle daha önce yayımlanmıştı.
Belki de Joyce olamadığı için Joyce uzmanı olan, ihtimal bu yüzden de hem kendine hem dünyaya öfkeli, çalışmaları dışında dünya yansa umurunda olmayan, karısıyla efendi-hizmetli ilişkisinin ötesine geçmeyen, çocuklarını nadiren seven ama sıkça döven bir babanın; James S. Atherton’un kızı Mary Talbot. 50’li yılların Birleşik Krallığı’nda, küçük bir taşra kentinde çekirdek ailesi ve dayatılan toplumsal rollerin ağırlığı altında var olmaya çalışan, kitap kurdu, meraklı, dik başlı, düşünceli kız çocuğu. Ve elbette babasının sevgisine aç, ona biraz âşık, çokça da kızgın. Bütün isyanına rağmen, babasının onun için çizdiği kaderin çok da dışına çıkamayan Talbot, yetişkin bir kadın olduğunda hayat hikâyesini okuduğu, James Joyce’un kızı Lucia ile hayatlarının olağandışı kesişmesinin farkında varır. Ve hikâye de böylece başlar: “Ya onu çok seven saygıdeğer entelektüel babası, göz bebeği kızının dansçılık kariyerini onaylamayıp onu “saygıdeğer” evlerinin içine hapsetmek yerine desteklemiş olsaydı, Lucia’nın kaderi yine ömrünü akıl hastanesinde tüketmek mi olurdu?”
Tıpkı Mary gibi yoksul bir aileye doğan Lucia Joyce’un dans yeteneği çocukken babasını eğlendirir, neşelendirir. Ama hırslı, azimli ve başarılıdır Lucia; babayı eğlendirmekle yetinmez. Henüz 21 yaşında bir performans sanatçısı ve koreograf olarak kendini ispatlar, sahne ve kostüm tasarıları yapar, ün kazanır. Ancak “bir aileye bir dâhi yeter”dir, kız çocukları 1920’lerin dünyasında kendisinden beklendiği gibi davranmalı; kendisini “böyle” sergilemekten, saçma kariyer hayalleri peşinde koşmaktan vazgeçmelidir. Böyle olunca da yetenekli baba ve onun gölgesindeki mutsuz, tatminsiz annenin, zeki, yetenekli, başarılı bir genç kadını adım adım nasıl kırıp döktüğünü, yok ettiğini ve sonunda da nasıl delirttiğini izleriz biz de içimiz parçalanarak. Engellenmiş, ket vurulmuş, kimliği zedelenmiş Lucia, dönemin kadına özgü vebası, “feminen histerisi” tanısıyla akıl hastanelerinde sürdürdüğü hayatını, yine orada, genç yaşta kaybeder.
İçinden dans, müzik, edebiyat, Samuel Beckett, George Antheil, İsodora Duncan, Marcel Duchamp, Margeret Morris, Pablo Picasso, Charlie Chaplin, Ezra Pound, Josephine Baker, Scott ve Zelda Fitzgerald, Sylvia Plath, George Orwell gibi 20. yüzyıla, hatta dünya sanat tarihine damga vurmuş sanatçıların geçtiği; bir kadın “karşı” manifestosu Babalar ve Kızları. Cesur ve yetenekli bir kadının, başarılı akademik kariyeriyle (iyi ki) yetinmeyerek, en derininden attığı çığlık, hesaplaşma, yüzleşme ve affetme çabası. Hikâyeyi, dönemin olağanüstü atmosferi içinde müthiş bir sinematografik anlatıyla resmeden verimli grafik sanatçısı Bryan Talbot da çok iyi iş çıkarmış. 2012’de Costa Biyografi Ödülü’ne layık görülen kitabın kapağını kapattığınızda “gök kubbede kalan sada”ya gelince; Joyce’un kızına sorduğu soru ve yanıtı, 21’nci yüzyılın kız çocuklarının uzanıp alabileceği kadar yakın, bir o kadar da ilham verici:
-Neden dans etmek istiyorsun?
-Sen neden yaşamak istiyorsun?

 

 

 

Babalar ve Kızları
Mary Talbot
Resimleyen: Bryan Talbot
Türkçeleştiren: Şirin Etik
Desen Yayınları, 96 sayfa
Show More