İyi Kitap

Çocuk ve Gençlik Kitapları Dergisi

Üzüntünün kıyısından dünyanın en derin güzelliğe…

“…Lütfen bu kitabı, değerini bilecek birine verin. Henüz sadece ilk sayfalarını okuduğunuzdan, hâlen yeni gibidir; tabii eğer, okurken bir şeyler yiyip sayfaları lekelemediyseniz. Bunu yaptıysanız da hiç şaşırmam. Çocuk dediğin, küçük bir sıpacık gibidir. Neye önem verir ki kitaplara versin? Çocuklar, yetişkinler arkalarını toplasın diye yıllarca beklerler, sonra da karşılığında, onları küçücük odaları ve kayış gibi yemekleri olan huzurevlerine gönderirler. Çocuk dediğin işte böyledir. Pis sıpacıklar. Altına kaçıran şantajcılar.”*

Yazan:Suzan Geridönmez

Okuruna böyle seslenen bir yazar düşünebiliyor musunuz? Bugün size ondan ve yukarıdaki paragrafın geçtiği kitaptan bahsedeceğim.

Yazarın adı Andreas Steinhöfel. Evet, yanılmadınız, şu bol ödüllü Alman. Hani, Rico ve Oskar dizisiyle son yüz yılın en unutulmaz iki çocuk kahramanını yaratan kişi. Büyük ihtimalle onu Tudem Yayınlarının Rico ve Oskar dizisinin yanı sıra Türkçeye kazandırdığı diğer kitaplarından da tanıyorsunuz: Sıkı Arkadaşlar ve
Spagetti Canavarı, Çat Kapı, Kiralık Canavar, Farklı…

Onun değerini bilenler -ki başında “pis sıpacıklar”, “altına kaçıran şantajcılar” diye nitelendirdiği çocuklar geliyor- geçtiğimiz günlerde bu koleksiyona Mekanik Prens adlı fantastik çocuk romanının eklendiğini öğrendiğinde mutlaka büyük bir meraka kapılacak, kitabı okumayı iple çekeceklerdir.

Öyle ya Steinhöfel okurunu sık sık şaşırtan ama hiç hayal kırıklığına uğratmayan bir yazar. Şaşırtıyor, çünkü her yeni eserinde farklı anlatım yolları deniyor, belli bir türe bağlı kalmıyor, hatta kimi zaman aynı kitapta türler arasında gezinmekten geri durmuyor.

İşte, Mekanik Prens de hangi rafa koyacağınıza kolay kolay karar veremeyeceğiniz bir eser. Rahatlıkla fantastik romanların yanına dizilebileceği gibi, pekâlâ psikolojik romanlar arasında da yerini bulabilir.

Gerçi, kitabın raflara kaldırılıp orada onuruyla tozlanması pek ihtimal dâhilinde görünmüyor. Hele de öncesinde pis bir sıpacığın yapış yapış ellerine düşerse, vay hâline. Artık yatağa bile alındığı için yastık altında sayfaları mı buruşur, yemek yerken de kucakta durduğu için üstüne ketçap mı dökülür, bilinmez.

Hatta çocuk okur sonunu getirip kapağını kapattığında, kitaptan çok yolunmuş tavuğa benzeyebilir. Ya da acımasız dünyanın parça pinçik ettiği, incinmemiş yer bırakmadığı bir çocuk ruhuna.

Mekanik Prens’in 11 yaşındaki kahramanı Max da böyle bir ruh taşıyor. O umursanmayan, yok sayılan, görmezden gelinen, farkına varılmayan, es geçilen, kale alınmayan bir çocuk. Üstelik onca tanım bile sürekli kavga eden, kendi sorunlarından başlarını kaldırmadıkları için kol kanat germeleri gereken bir çocukları olduğunu unutan anne-babasının ona karşı aldırışsızlığını ifade etmekte yetersiz kalıyor. Max’ın kendisine kalsa, şu yaşına kadar öylesine hiçe sayılmıştır ki annesi, o doğarken bile orada değildi.

Hâliyle mutsuz, hâliyle özgüvensiz, hâliyle umutsuz bir çocuk. Evdeki yalnızlığına, zayıflığını içgüdüsel olarak sezen akranlarının zorbalığı ekleniyor. Max sesini çıkar(a)mıyor.

Onu duymamız, her şeyi bilen ama okurla daima sadece Max’ın bildiği kadarını paylaşan anlatıcı rolüyle yetinmeyip aktif aktörlüğe soyunan yazar sayesinde oluyor. Max, Steinhöfel’e ya da kitaptaki adıyla Andreas St.’ye yaşadıklarını anlatıyor. Çocuklardan pek hazzetmeyen yazar duydukları karşısında hemen heyecanlanıyor, iyi bir şey yakaladığına inandığı için de hikâyeyi yazmak istiyor. Ancak Max’ın bir koşulu var: “…hiç bir şeyi atlamayacaksın,(…) Ufacık bir
kısmını bile.”

Bunun üzerine yazarı gülme tutuyor. “Delirdin mi sen? Bu, bir çocuk kitabı yazarı olarak benim sonum olur! Eleştirmenler kitabı kafama atar.”

Mekanik Prens’i yazarın kafasına atan eleştirmen oldu mu bilmiyorum. Ancak Almanya’da 2003’te ilk yayınlandığında kitabın kategorize edilemediğini, yazarın romanı gerçekçi bir hikâye gibi başlatırken okuru bile bile şaşırttığını, Peter Pan’dan Oz Büyücüsü’ne çok sayıda klasiğe selam çakarken çocukların bunu anlayamayacağını, kendisi hakkında bir İncil alıntısıyla konuşurken mizahın sınırlarını zorladığını ileri sürüp mırın kırın eden birkaç kitap eleştirmeni çıktı.

Ne var ki bu eleştiriler bugün okullarda okutulan, tiyatroya uyarlanan, doktora tezlerine konu olan eserin okurla buluşmasını engelleyemedi. 2018’de Almanya’da hakkında gazetelerin kitap eklerinde, edebiyat dergilerinde hâlâ makaleler yazılıyor, üstelik romanın geçmişte burun kıvırılan özgünlükleri artık üstünlük olarak kabul görüyor.

Hoş, övülse de yerilse de Steinhöfel’in umurunda değil. O Mekanik Prensi, kitabın kafasına fırlatılacağını göze alarak yazdı. Romanda çocuk düşmanı pozlarına da yatsa, tam da bu tavrıyla küçük okurun mizah anlayışına da kavrayışına da güvendiğini hissettiriyor.

Mizah, Steinhöfel’in okurunu yakalamak için (neredeyse tüm eserlerinde) attığı oltaların başında geliyor. Karakterlerini kurgularken belli bir kültürel prototip çizmek yerine, herkes kadar kompleks bireyler yaratmaya özen gösteriyor. Başkarakterleri tıpkı kimse tarafından umursanmayan Max gibi her kültürden çocuğun kendisiyle kolayca özdeşleştirebileceği can alıcı özelliklere sahip. Hangi çocuk, umursanmamanın ne menem bir duygu olduğunu bilmez ki?

Ama Max’ın birçok çocuğa tanıdık gelen başka yönleri de var. Anne-babası ona bakmayı beceremediğinden yaşıtlarından daha ağırbaşlı ve sorumluluk sahibi. Kendini biraz olsun iyi hissettiren tek arkadaşı var o da Jan. Jan, Max’ın tam aksine kendine güvenli, girişken, hazır cevap bir kişiliğe sahip. Bu Max’a güç veriyor. En azından başta öyle görünüyor.

Ama sonra Max’ın asıl macerası başlıyor. Bir gün yine tek başına şehirde dolanırken bir dilenciye rastlıyor. Dilencinin verdiği altın bilet Max’a paralel dünyaların kapısını aralıyor.

Aslında kapı demek doğru değil. Çünkü birçok fantastik romanın aksine paralel dünyaya geçiş kapı ya da geçit yerine trenle sağlanıyor. Bu Max’ın paralel ile reel dünya arasında gidip gelmesini ve her biri farklı “sığınaklar”a götüren çeşitli duraklarda inmesini olanaklı kılıyor.

Max’ın indiği ilk yer Varolmayan Ülke. İlk akla gelen James Matthew Barrie’nin Peter Pan için yarattığı Varolmayan Ülke’si olsa da burası hiç de gönül okşayıcı bir yer değil. İç karartıcı manzaradaki gözyaşı gölü ve donmuş öfke Max’ın ruh hâline ayna tutuyor. İkinci sığınak Karanlık Orman’sa Max’ı sevgisiz çocukluğuyla yüzleştiriyor. Burada karşısına ayna gözlerden dışarı bakabilen ama karşısındakinin gözlerinde sadece kendi yansımasını gören anne-babası daha doğrusu onların fantastik kopyaları çıkıyor. Kavga eden çiftin ağzından çıkan her sözcük zehirli iğnesi olan eşek arılarına dönüşüyor. Mutsuzluğunun kaynağını gören Max, kalbini geri kazanmak için Mekanik Prens’in şatosuna doğru yola koyuluyor. Ne var ki sonunda asıl alt etmesi gerekenin Mekanik Prens olmadığı ortaya çıkıyor.

Aslında yazar bunun ipucunu daha kitabın ilk sayfalarında veriyor. Max’ın isminin açılmış hâli Maximilian (Maksimilyan diye telafuz ediliyor), Jan’ın (Yan diye telafuz ediliyor) en başından itibaren Max’ın ayrılmaz ve dost kadar da düşman bir parçası olduğunu açık ediyor.

Mekanik Prens, edebiyatın tadına vardırtan benzetmeleri, güçlü metaforları, farklı düzlemleriyle öne çıkan bir kendiyle yüzleşme, kendi sınırlarını aşma ve kendiyle barışma hikâyesi. Yazar, derin bir acıyı konu etmekten kaçınmadığı bu romanıyla da incinmiş çocuk ruhlarını sarıp sarmalamakta, onlara cesaret ve ümit vermekte, hiç yoksa “sığınak” sunmakta ne kadar usta olduğunu kanıtlıyor.

 

 

 

Mekanik Prens
Andreas Steinhöfel
Türkçeleştiren: Olcay Mağden Ünal
Tudem Yayınları, 264 sayfa
Show More