İyi Kitap

Çocuk ve Gençlik Kitapları Dergisi

“Arafat’ta Bir Çocuk”tan arafta kalmış yayıncılığa

Ders kitaplarındaki okuma parçalarını duyumsatan giriş ve kapanış bölümü, annenin okuldaki davranışı oğluna “hiç yakıştıramadığını” söylemesi ve bu yakıştıramama vurgusu üzerinden motivasyon ve anlam kazanan metin, bizi yine çocuk edebiyatında bir türlü geride bırakamadığımız tartışmalara götürüyor.

Yazan: Mehmet Erkurt

Kısa süre önce okurla buluşan Şapka, Zülfü Livaneli’nin, yayımlandığı kitaba da adını veren “Arafat’ta Bir Çocuk” (Doğan Kitap, 2012) adlı hikâyesinden çocuklar için uyarlanmış bir uzun hikâye. “Arafat’ta Bir Çocuk”un çocuk başkarakteri Yılmaz’ın üçüncü ağızdan anlatılan öyküsünü, bu uyarlamada bizzat kendisinden dinliyoruz. Yılmaz artık büyümüş ve baba olmuş; öyküsünü kendi oğluna, birinci ağızdan anlatıyor. Almanya’ya göç edişlerinin ilk
yılını, yaşadığı topluma uyum zorluğunu, bunu okulda nasıl deneyimlediğini ve niçin o şapkayı inatla başından çıkarmadığını. Öykünün “uyarlanışı”, anlatıcının kaydırılmasından ve anlatımın birinci ağza aktarılmasından ibaret değil. Yılmaz kendi öyküsü anlatıyor, evet ama bunu çocuk yaştaki oğluna anlatıyor. Dolayısıyla “Arafat’ta Bir Çocuk”ta verilen belli ayrıntılar, duyumsatılan belli duygular, dile gelen ya da düşüncede gizlenen sertlikler, öfkeli iç sesler bizzat Yılmaz’ın kendisi tarafından yumuşatılıyor, dönüştürülüyor, yalınlaştırılıyor ve hatta eksiltiliyor. Sonuçta baba, öyküyü kendi “çocuğuna göre” aktarıyor. Ayrıca Yılmaz çocukluğunu bizzat kendi anlatıyor. Hafızasının onu yanıltması, amacının ve motivasyonunun bu anıları dönüştürmesi de mümkün.
“Arafat’ta Bir Çocuk”ta üçüncü göz gördüğünü naklen aktarırken, Şapka’da Yılmaz kendinden bir şeyi, büyük bir duyarlılıkla ortaya koymaya çalışıyor. Geçmişi bugüne taşırken, aynı anda yetişkin kimliğiyle ve karakteriyle hem çocukluğuna hem de çocuğuna bakması, elbette öyküdeki vurguları da değiştiriyor… Böylece esasında editoryal bir kararla gerçekleştirilen uyarlama ve bir öyküden diğerine yaşanan dönüşüm, aynı zamanda yeni öykünün kurgusu, nedenselliği ve dinamikleri içinde de kendine karşılık buluyor.
Çocuk Yılmaz’ın dış anlatıcı tarafından tasvir edilen belli özellikleri elbette bu yeni öyküde karşımıza çıkmıyor. Yılmaz’ın, çocuğuna kendi öyküsünü anlatma amacı, bu tip tasvirleri gerekli kılmıyor ve öykünün kısalması yine makul bir nedene oturuyor. Buna ek olarak, çocuklara yönelik pek çok uyarlamada göreceğimiz bazı yaygın değişikliklere bu öyküde de rastlıyoruz. Mesela Yılmaz’ın onunla dalga geçen, onu dışlayan Alman çocuklara duyduğu öfkeyi hayalinde hiddetli sahnelerle canlandırması, çocuğun o anki gerçekliği içinde bir karşılık bulurken, bu tip duygulara henüz yaş mesafesi koymamış çocuklar için gerçekten zorlayıcı olabilirdi. Bir diğer anlaşılır değişiklik, çocuğun yalnızlığıyla sona eren kaynak öykünün, Şapka’da göçmen bir aileyle kurulan yeni dostluk sayesinde umutlu bir finale kavuşması.
Bu noktaya kadar Şapka’nın hem kitlesine uygunluğu hem de bir ölçüde kaynak öyküye sadakati hedeflediğini söyleyebiliriz. Anlatıcıyı değiştirme, böylece bakış açısını kaydırma, neden-sonuç ilişkilerini bir doğallık içinde yeniden kurgulayarak bütün öyküyü baştan anlatma, özellikle Amerikan gençlik edebiyatında sık sık gördüğümüz bir uyarlama türü. Yaşa göre uyarlamanın benzer bir örneğini de Vahşi Şeyler Ülkesinde örneğinde görüyoruz. Maurice Sendak’ın okul öncesi okurlar için yazıp resimlediği Vahşi Şeyler Ülkesinde’nin daha sonra Spike Jonze tarafından sinemaya uyarlandığında geçirdiği değişim, kitlenin yaşını büyütüp hikâyeyi ve unsurları kapsamlandırmaya yönelikti. Hatta daha sonra Dave Eggers’ın, Jonze’un çektiği filmden yola çıkarak senaryoyu romanlaştırması, yine aynı özü, çekirdeği koruyan bir yeniden anlatımdı. Maurice Sendak’ın kısacık bir metinle yarattığı evren, Jonze’un kendi kurduğu yeni öykü içi bağlantılarla etlenmiş, dokulanmıştı. Sendak’ın kısa metninde sunduğu olasılık çeşitliliği, Jonze’un sunduğu yeni bir olasılıkla anlatım bulmuştu. İki uyarlama da kendi içinde öyküsellik kadar doğallığı barındırıyordu. Şapka’da ise bu elzem doğallığın ne yazık ki bir didaktizm duvarına çarptığını görüyoruz.
Öykünün özellikle, anlatımıyla ders kitaplarındaki okuma parçalarını duyumsatan giriş ve kapanış bölümü, annenin okuldaki davranışı oğluna “hiç yakıştıramadığını” söylemesi ve bu yakıştıramama vurgusu üzerinden motivasyon ve anlam kazanan metin, bizi yine çocuk edebiyatında bir türlü geride bırakamadığımız tartışmalara götürüyor. Zira çocukla buluşacak edebiyata hemen bir “kıssadan hisse” yükleyen, eğitici eğilimlerimiz yine devrede. Bu, artık olumsuz neticelerini kabul etmemiz gereken, hatta görmekte geç kaldığımız bir eğilim ne yazık ki. Edebiyatı hayattan ve oyundan uzaklaştıran, okumayı salt bir işlevselliğe hapseden, hazzı gözardı eden, çocuğu aşırı pasifleştiren, açıkça “eğitmeyen öykü anlamsızdır” kıvamında bir kavram karmaşasını doğrulayan bir eğilim. “Arafat’ta Bir Çocuk”un küçük yaşa uyarlanmak yerine, olduğu gibi ya da daha hafif bir elden geçirmeyle 11 yaş ve üzerinin okuyacağı şekilde yayımlanabileceği tartışmasına hiç girmeden, sadece şu anki hâliyle bile bu didaktizm ekinden kurtulabileceğine inanıyorum.
Belki de bu noktada kitaptan ayrılıp şu genel soruyla devam edebiliriz: Çocuğun ne isteyebileceğini gayet iyi hayal edebilecek konumdaki biz yetişkinleri sürekli bu didaktizm duvarına iten nedir? Çocuğa başka türlü nasıl ulaşacağımızı bilememek mi? Payı vardır, kuşkusuz. Didaktizmin farklı anlamlandırma ve yorumlamalara izin vermeyen güvenli toprakları, çocukların hayata dair sorularından çekinen ya da o soruların peşine takılmanın gerektireceği çaba için kendini genellikle yorgun hisseden biz yetişkinlere her zaman çekici gelmiştir. Oysa güvenli topraklarda gezinme ihtiyacımız bizi sık sık çorak topraklara itiyor.
Biz yetişkin yayıncılar bu bağlamda ne yapıyoruz? Çocukla yetişkinin ortak sorularda buluşmasını önleyen bu didaktik mesafeyi kapamanın yaratıcı yollarını mı arıyoruz, yoksa çoğunlukla tam da bu mesafenin açtığı alana sığabilecek darlıkta anlatımlarla kendimizi mi kısıtlıyoruz? Burada yayıncılar derken telaffuz ettiğim “biz” hayati öneme sahip. Çünkü geldiğimiz noktada, hiçbir çocuk kitabı yayıncısının -geçenlerde bir yayıncılık dosyasında okuduğum bir yayıncı görüşünün aksine- “keşke herkes bizim yaptığımızı yapsa” türünden üstenci dileklerde bulunacak konumu kalmadı. Şahsımıza ve içinde bulunduğumuz yapıya sormamız gereken yığınla deontolojik soru içinde, çocuğun edebiyattan alacağı zevke hâlâ birinci önceliği verip vermediğimiz var. Hele ki denkleme “ünlü” sıfatıyla gördüğümüz bir yazar girdiğinde dengeler(imiz) hepten şaşabiliyor ve kendimizi ebeveyni, öğretmeni, yazarı konuşurken, çocuğu ise dışarıda bırakmış bulabiliyoruz.
Çocuklara kitap yazmanın ve onlar için kitaplar yayımlamanın farklı farklı motivasyonları var, kuşkusuz. Sofistike bir sosyallikle henüz örselenmemiş, beğenilerinde gayet berrak bir okura eseri beğendirebilmek gibi zor bir işi başarmanın tatmini, yetişen genç bir bireyi nitelikle buluşturarak bu yetişme sürecine katkıda bulunmanın yetişkin ideali ve elbette bundan elde edilecek ekonomik gelirin elzem güvencesi. Hepsi önemli ve birbirinin yerine geçemeyecek motivasyon noktaları. Yazarın ve yayıncının bu noktalara düşürdüğü motivasyon oranları ise elbette kitaptan kitaba değişkenlik gösterecektir. Her ticari faaliyet gibi yayıncılık da hayaller, idealler ve ekonomik zorunluluklar arasında bir arafta var olmaya devam ediyor, edecek de. Çocuklar için edebiyat kitapları yayımlayan bizlerin, yayınevi sahibi de olsak çalışan da, bu araftan tamamen çıkması olası değil. Çocuğun okurluğuna ve edebiyatın doğasına ne kadar yakın bir noktada durduğumuzu sürekli gözlemleyip, başlıca sorumluluğumuzun bu ikisi olduğunu hatırlamamız, söylemekten kat kat zor olsa da, kaçınılmaz. Çocuğa ve çocuk edebiyatına yönelik yetişkin kaygılarla kısıtlı ekonomik istikrarı gözetmek bir seçenek; edebiyatı eksiltmek yerine çekincelerimizi fark edip, bu çekincelerin üzerine açık yüreklilikle gidip, edebiyattan çocukla birlikte yararlanarak zenginleşmek ve tamamlanmak diğer bir seçenek… Böyle bir bilinç sıçraması, koskoca bir sosyo-psikolojik ve ekonomik sistemi parmağı şaklatırcasına dönüştüremez elbette. Ancak gerek işimizde gerekse işimiz üzerine kurduğumuz cümlelerde gözle görülür farklılıklara yol açacağı tartışılmaz.

Şapka
Zülfü Livaneli
Resimleyen: Doruktan Turan
Doğan Egmont Yayıncılık, 72 sayfa

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Show More