İyi Kitap

Çocuk ve Gençlik Kitapları Dergisi

Bir atın gözünden savaşı anlatmak…

Bir atın gözünden savaşı anlatmak…

İngiliz çocuk edebiyatının önde gelen yazarlarından, 1943 doğumlu Michael Morpurgo, otuz yıllık yazarlık yaşamına yüzden fazla kitap sığdırdı. Üniversiteden
sonra bir süre öğretmenlik yapan Morpurgo ilk kitabını 1974 yılında yayımladı. Eserleri çok sayıda ödül aldı.

Günümüzde gençler için yazan çoğu yazarın aksine, Morpurgo boşanma, yetersiz ana babalar ya da kentin sosyal sorunları gibi çağdaş meselelerden ziyade, tüm zamanlara damgasını vuran evrensel değerlere dair büyüleyici hikâyeler anlatıyor. Şüphe, cesaret, güven, insaniyet, dayanışma ve başkalarına kulak vermek gibi evrensel değerleri etik bir bakış açısından yansıtıyor ve günümüzün pek çok sorununun bu etik zeminle olan bağlantısına işaret ediyor.

Yazarın 1982 yılında yayımlanan Savaş Atı adlı kitabı İngitere’de Ulusal Tiyatro tarafından başarıyla sahnelendi.

Eserden yalnızca tiyatro camiası değil, sinema dünyası da etkilenince, dünyaca ünlü yönetmen Steven Spielberg işe el attı. I. Dünya Savaşı’nda yük ve binek hayvanı olarak kullanılan, büyük çoğunluğu da savaşta yaşamını yitiren yüz binlerce hayvandan biri olan at Joey’in gözünden anlatılan hikâye, savaşın acımasızlığını ve anlamsızlığını çarpıcı bir dille ortaya koyuyor. Hikâyenin sağlamlığına Spielberg’in efsanevi sinema dilinin ustalığı da eklenince insan gerçekten heyecanlanıyor.

Kendini yazardan çok bir “hikâye anlatıcısı” olarak gören Morpurgo’yla edebiyat, hayat ve tabii ki Savaş Atı üzerine bir söyleşi…

Sanıyorum, yazarlık yapmaya başlamadan önce ilkokul öğretmenliği yaptığınız bir dönem var. Bir söyleşinizde, öğretmenlik yaparken gerçekten ne istediğimi fark ettim, diyorsunuz.

Öğretmenlik yaparken çocuklara her gün bir hikâye okumak zorundaydık. Okuduğum kitapların çoğundan sıkılıyordum. Bir şey yapmam gerektiğini düşündüm ve onlara, çocuklarıma anlattığım türde bir hikâye anlattım. Pembe dizi türünde bir şeydi, çocuklar pürdikkat dinlediler. Hikâyenin içinde onlar için bir büyü olduğunu gördüm. Benim için de bir büyü vardı.

Yazmaya başladınız, tamam. Biraz da yazma sürecinizden bahsedelim. Nasıl yazıyorsunuz? Önce bir taslak hazırlayıp iyice ayrıntılandırıyor musunuz? Yoksa fikir kafanızda yazarken mi gelişiyor? Mesela bir kitabı yazmak ne kadar vaktinizi alıyor?

Genelde yazmaya başlamadan önce kitabın hikâyesini aylarca hayal ederim.

Buna “hayal kurma zamanı” diyorum. Hikâyenin asıl oluşma zamanı budur. Olayları bir araya getiririm, araştırma yaparım, öykünün gerçek sesini bulurum. Sonra yumurtanın çatlama zamanı geldiğinde, bunu hissederim. Yazmaya başladığımda hızlıyımdır, kitabı iki, üç ayda bitiririm.

Çocuklara yazmak niçin hoşunuza gidiyor?

Ben çocuklara yazmıyorum, onlar hakkında yazıyorum. Kendim için yazıyorum, çünkü hikâye anlatmayı seviyorum, hep sevmişimdir.

Peki, sizin en sevdiğiniz yazarlar?..

Robert Louis Stevenson (Hazine Adası), Rudyard Kipling (İşte Öyle Hikâyeler) ve Ted Hughes (Demir Adam). Oscar Wilde’ın Mutlu Prens adlı öyküsü herhalde beni ağlatan ilk hikâyeydi. İlginç olan, onu defalarca, tekrar tekrar okuma isteği duymamdı. Okudukça hâlâ etkilenirim. Mutlu Prens sevdiğim ilk hüzünlü öyküydü. Hikâye, bir kuşun bir heykel prense duyduğu sevgiyi anlatır. Kuş, heykel prense duyduğu sevgi nedeniyle onun yanından ayrılmaz ve sonunda, göç etmekte geciktiği için orada soğuktan ölür. Gerçekten yürek burkan bir öykü. Bir sebeple insan tekrar tekrar okumak istiyor.

İnsanda tekrar tekrar okuma isteği uyandıran hüzünlü kitaplar için ne düşünüyorsunuz?

Sanırım, gerçekten bir fark yaratan kitaplar içimizin en derinlerine dokunanlar. Gülmeyi seviyoruz ve gülmeye ihtiyacımız var. Ama acıyı ve kaybı da biliyoruz, bunları da hissedebiliyoruz. Diğer insanların acılarını ve kayıplarını içimizde hissedebiliyoruz. Belki de bu yalnız olmadığımızı hissetmenin bir yolu.

Çocukların onları üzen, ağlatan kitapları okumaması gerektiğini savunanlar var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Çocukların sadece gülmesi gerektiğini düşünenler bence onları hor görüyor. Acı ve kederin büyüyünce birdenbire tanışılacak bir şey olduğunu, öncesinde sürekli gülüp eğlenmemiz gerektiğini düşünmek bence hayata dair çok yanlış bir kavrayış. Çocuklar hem neşeyle hem de kayıplarla karşılaşmak durumundalar ve okudukları şeyler de bunları yansıtmalı.

Çocuklarla bebekmiş gibi konuşup öyle davrandığımızda, aslında onların büyümesini engelliyoruz. Ama çocuklar ister istemez büyüyor, bir gün geliyor, etraflarına bakıp dünyanın ne kadar karmaşık bir yer olduğunu anlıyorlar. Küçükken mutlu aileler iyi, fakat gerçek hayatta her zaman böyle olmuyor. Bu dünyada büyümenin güçlüklerini görüyorlar, savaşla ya da başka sorunlarla yüzleşmek zorunda kalıyorlar.

Sanırım biz gerçek duygusallıkla vıcık vıcık duygusallığı birbirine karıştırıyoruz. Eğer derinden hissediliyorsa ve sömürü amaçlı değilse duygusallık güzel bir şey. Karanlık, çocuk edebiyatının gerekli bir unsuru. Ben bunda ısrarlıyım. Şimdiki çocuklar ne bilmek istiyorlarsa zaten rahatça öğrenebiliyorlar. Bir düğmeye basıyorlar ve yetişkin dünyasının tüm dehşetini karşılarında buluyorlar. Bu dünyanın zaman zaman çok karanlık, zor ve karmaşık bir yer olduğunu çok erken yaşta öğreniyorlar ve okudukları edebiyat eserleri de bunu yansıtmalı. Diğer türlü onları sadece zaman öldürmeleri için eğlendirmiş oluruz. Öyle olsaydı bırakırdık televizyon seyrederlerdi, ama edebiyat diye bir şey var.

Biraz da Savaş Atı’ndan bahsedelim. Tiyatroya ve en son da sinemaya uyarlanan bu eseriniz, çiftlikte yaşayan bir çocuğa aitken, I. Dünya Savaşı’nda cephede kullanılmak üzere İngiliz ordusuna satılan bir atın hikâyesini anlatıyor. I. Dünya Savaşı’na olan ilginiz nereden geliyor?

Tuhaftır ama I. Dünya Savaşı’na olan ilgim II. Dünya Savaşı’ndan kaynaklanıyor. Ben savaş döneminde doğdum, bombardıman altındaki bir Londra’da büyüdüm. Annem savaşta kardeşini kaybetti. Evde şöminenin üzerinde savaşta ölen kardeşinin bir fotoğrafı vardı. Annemin kederini hatırlıyorum. Sonrasında o fotoğrafa her baktığımda annemin ömür boyu taşıdığı o kederi hatırladım hep. Ölümüne kadar bu yas onu bırakmadı. Bu bana savaşın gelip geçen bir şey olmadığını düşündürdü. Yas ve keder devam ediyor; acılar savaş sonrasında da sürüyor. Ölen milyonlarca insanla ilgili bir şey değil bu; hayatta kalan ve acı içinde yaşayan milyonlarca insanla ilgili. İlk düşündüğüm şey buydu.

Sanırım içimde öyle bir şey var; savaşın yalnızca binalara değil, insanlara da yaptığı bir şey bu. Sonra karımla birlikte Devon’a taşınmaya ve büyük şehirlerde yaşayan çocuklar için bir çiftlik açmaya karar verdik.

Bir köyün yakınına yerleştik. Bir gün köyde yaşlı bir köylüyle konuşuyordum. I. Dünya Savaşı’na katılmıştı. Savaşa gittiğinde 17 yaşındaymış.

“Nasıl bir birlikteydin?” diye sordum. “Atlarla birlikteydim,” dedi ve başladı anlatmaya.

Söylediğine göre, aklını yitirmesini engelleyen şey atlarla konuşmasıydı. Bunu duygusal bir tavır olarak düşünmedim o zaman, çünkü zaten köyde yaşamış biriydi. Ama şöyle dedi: “Beni hayatta tutan buydu. Her gece atların yayına gidip onları yemliyordum. Atımla konuşuyordum, ona annemden, sevgilimden, evimden bahsediyordum. Korkudan, dehşetten… Özellikle de son ikisinden. Savaşta, silah arkadaşlarınıza korku ve dehşetten bahsedemezsiniz. Çünkü zaten herkes korkuyordur. İnsanlar yanı başınızda ölüyor ve bunun hakkında konuşamayacağımızı görüyorsunuz.”

O konuştukça bunun, genci, yaşlısı, insanların hakkında pek bir şey bilmediği bir durum olduğunu fark ettim ve atların durumu, daha doğrusu atların gittiği yer üzerine düşünmeye başladım. Birkaç hafta sonra Londra’daki Savaş Müzesi’ne telefon açtım, “İngiltere’den I. Dünya Savaşı’na kaç atın gittiğini biliyor musunuz,” diye sordum. “Evet, yaklaşık 1 milyon atın gittiğini düşünüyoruz,” dediler. Kaçının geri döndüğünü sordum. “65.000,” dediler.

Bu, aşağı yukarı, savaşta ölen İngilizlerin sayısına eşitti. Yaklaşık 1 milyon kişi ve 1 milyon at ölmüştü.

Daha korkunç bir şey daha öğrendim. Hayatta kalan bu 65 bin atın büyük çoğunluğu ülkeye geri getirilmemişti. Hükümet, atların fiyatı çok ucuz olduğu için onları geri getirmeye değmeyeceğine karar vermiş, Fransız kasaplara satılmış ve kesilmişlerdi. Dört yıl boyunca onca eziyete, kötü koşullara katlanmış, nice felaketlerden hayatta kalmış, insanlara hizmet etmiş ve tüm bunlarım karşılığında kendilerin kasabın bıçağı altında bulmuş, et parçası olarak değerlendirilmişlerdi.

Bunun çok trajik bir hikâye olduğunu düşündüm. Bu aynı zamanda savaşa gidip geri dönmeyen insanların trajedisini de temsil ediyordu.

Top ateşiyle, bombalarla, makineli tüfeklerin kurşunlarıyla öldüler. Çamurun içinde boğularak, gazla öldüler. Bu korkunç şeylerin hepsi insanların başına geldi. O zaman insan, bunun tüm savaşlar için bir metafor olabileceğini düşünüyor. Bunun üzerine, savaşı o ya da bu tarafın, diyelim bir İngiliz, Fransız, Alman, Belçikalı ya da Amerikalının gözünden değil de, bambaşka türlü anlatacak bir hikâye yazmaya karar verdim. Evrensel bir bakış açısından yazacaktım savaşı. Bir atın gözünden yazacaktım.

Savaşta önce bir tarafta yer alan, sonra diğer tarafın eline geçen bir atın gözünden… O topraklarla, üzerinde savaşan insanlarınki gibi bir ilişkisi olmayan, ama gene de tüm korkunçluklara maruz kalan, kullanılan bir varlığın gözünden. Bugün bile, hiçbir şekilde durduramayacağımız, buna gücümüzün yetmediği bir savaşın ortasında olmak ne kadar korkunç bir şey! Orada bulunanlar için bu ne kadar korkunç bir şey! Ve tabii geri dönenler için de… Hikâye işte böyle doğdu.

I. Dünya Savaşı’na giden insanların çoğu öldü. Genç okurların I. Dünya Savaşı hakkında bilmediğini düşündüğünüz ve bilmelerini istediğiniz şey neydi?

Onlara böyle özel bir mesaj vermek istediğimi sanmıyorum. Asıl ben bilmek istedim. Bir hikâye yazarken aslında bu benim için bir öğrenme sürecidir. Kendi kendimle konuşmaya çalışırım. Yaptığım araştırma da kendim içindir. Bu dediğiniz, hikâyeyi başkalarına anlatmaya karar verdiğinizde önem kazanır.

Demek istediğim, bütün hikâye anlatıcılarını yaptığı budur; ister çocuklara ister yetişkinlere yazın, yaptığınız aynı şeydir; bir hikâyeyi başkasına aktarmak… Ve o hikâyeye kendiniz inanmadan, onu başkasına aktaramazsınız.

İngiltere’de biz çok insan kaybettik, evet, ama Fransa’ya ya da Almanya’ya da gitseniz, köylerdeki şehitliklere baksanız, ufacık, ücra köylerden ne kadar çok insanın savaşta yok olup gittiğini görürsünüz. Savaştan sonra ortadan tamamen kalkan pek çok köy var her yerde.

Savaşta o kadar çok atın öldüğünü öğrendiğinizde ne hissettiniz? Bu sersemletici rakamın gerçek boyutunu idrak ettiğinizde?

Bütün düşündüğüm, onlardan birinin hikâyesini anlatmanın önemiydi. Ama bir anlamda, rakamları düşünebilmek, onlarla başa çıkmak imkânsız. Soykırımda ölen altı milyon Yahudi’yi düşündüğümde altı milyon insanı birden düşünemem. Anne Frank’ı düşünebilirim. Primo Levi’yi düşünebilirim. Ancak bunu yapabilirim.

Savaş Atı
Çeviren: Arif Cem Ünver
Tudem Yayınları, 160 sayfa
Kelebek Aslanı
Resimleyen: Christian Birmingham
Çeviren: Arif Cem Ünver
Tudem Yayınları, 104 sayfa
Kayıp Zamanlar
Çeviren: Arif Cem Ünver
Tudem Yayınları, 192 sayfa
Tekboynuzlara İnanıyorum
Resimleyen: Gary Blythe
Çeviren: Ekin Gökovalı
Tudem Yayınları, 160 sayfa
Satranç Şampiyonu
Çeviren: Uğur Önver
Çizmeli Kedi Yayınları, 80 sayfa
Show More