İyi Kitap

Çocuk ve Gençlik Kitapları Dergisi

Kahramanın trajik sonu

Kahraman olmak kalabalıkların sandığının aksine tek olmaktır, kendin olmaktır. Kalabalıklara inat kendin olma arzusu kahramanlıktır. Kendin olma arzusunun, kahramanlığın bedeli ise dışlanmak, taşlanmak, çarmıha gerilmek ve daimi ızdırap çekmeye talip olmaktır.

Yazan: Gökhan Yavuz Demir

Kocabaş neye hırlayacağını, kime kafa tutacağını, ne zaman dikleneceğini iyi bilen cesur bir köpek. Oysa bizim cazgır Fıstık kendini güvende hissediyorsa her şeye ve herkese havlıyor. Neticede Kocabaş’ı asla geri adım atarken göremezken, defalarca Fıstık’ın kuyruğunu kısıp sindiğine şahit oldum. Çünkü Kocabaş’ın aksine Fıstık yalancı kahraman. Tıpkı kendini güçlü hissettiğinde sesi gürleşen, sopanın geldiğini gördüğünde ise deliğinden kafasını çıkarmayan kalabalıklar, yığınlar, kütle, sürü ve avam gibi. Bu nedenle sırtını kalabalığa dayayan kahramanlarla kalabalıkları karşısına alan kahramanları bekleyen son asla aynı olmuyor.

Bu defa elimde, kitapları sinemaya uyarlanmış, hayli ünlü ve benim hiç tanımadığım bir yazarın romanı var: Asker Doğmayanlar. John Boyne, yayınevinin de kitabın kapağında takdim ettiği gibi, maalesef benim okumadığım ama filmini heyecanla izlediğim Çizgili Pijamalı Çocuk’un yazarıymış. Belli ki John Boyne savaş denen felâketi bazen bir çocuğun bazense sesini duymak istemediğimiz herhangi bir ötekinin gözünden anlatmayı seviyor.

Savaş romanı denildiğinde aklına Stephen Crane (Cesaret Madalyası), Ernest Hemingway (Silahlara Veda ve Çanlar Kimin İçin Çalıyor), Andre Malraux (Altenburg’un Ceviz Ağaçları), Ernst Glaeser (1902 Doğumlular) ve Ernst Jünger (Çelik Fırtınalarında) gibi yazarların romanları gelen bendeniz, bir Birinci Dünya Savaşı romanı olan Asker Doğmayanlar’ı yer yer çokça şaşırarak ama büyük bir heyecanla bir nefeste okuyorum. O kadar ki hızımı alamayıp kütüphanemde hayal meyal hatırladığım bir John Boyne kitabını daha bulup okumaya başlıyorum. Tevafuk! Olduğun Yerde Kal da yine Birinci Dünya Savaşı’nın cephe arkasını, tıpkı Ernst Glaeser’in 1902 Doğumlular’da yaptığı gibi, erkekler savaşa gittikten sonra arkada kalanları, bitmek bilmeyen savaşın yarattığı başlangıçtaki coşkunun yerini alan yılgınlığı dokuz yaşındaki bir çocuğun gözlerinden anlatıyor. Üstelik altı sene sonra yazacağı Asker Doğmayanlar’da anlatacağı bir takım hadiselere ve kahramanlarına, mesela siperlerin içindeki askerlere her gece “Olduğun yerde kal; ve şimdi git!” diye taarruz emirleri veren Çavuş Clayton’ın yavaş yavaş aklını yitirdiğine, cepheden karısına mektup yazan George Summerfield’ın satırlarında yer veriyor; yetmiyor, dokuz yaşındaki Alfie bir tren seyahatinde daha yakınlarda kurşuna dizilmiş olan Will’in ablası Marian Bancroft ile de tanışıyor. Belli ki John Boyne’un kafasında büyük bir Birinci Dünya Savaşı anlatısı hem cephe hem de cephe arkasıyla uzun zamandır demleniyormuş.
Böylece savaşın insan ruhunda yarattığı tahribatı, korkuları, öfkeyi, umutsuzluğu, sevgiyi, ötekinden nefreti ve vicdani reddi, ince ince hikâyesinin içine yedirebilmiş.

Asker Doğmayanlar’da, çocuk yaşta evden kovulan ve Birinci Dünya Savaşı’nda Fransa’nın kuzeyinde Almanlara karşı savaşan Tristan Sadler’in yaşadıkları zaman içinde bir ileri bir geri giderek ilerleyen bir kurguyla anlatılıyor. Hikâye ilerledikçe Tristan’ın aslında bir eşcinsel olduğunu ve toplum baskısından çok korktuğunu anlıyoruz. Oysa gönüllü olarak cepheye gidip son âna dek de savaşmaktan geri kalmayan cesur bir asker Tristan. Zaten romanda öfkeli kalabalıkların “korkak” yaftalamasına maruz kalan başka karakterlerle tanıştıkça kimin cesur kimin korkak olduğunu sil baştan düşünmek zorunda kalıyoruz.

Tıpkı Olduğun Yerde Kal’daki savaşmayı ve hiçbir problemi olmadığı Almanları öldürmek istemediği için yıllardır aynı gündelik hayatı paylaştığı dostları ve komşularınca “korkak” olarak dışlanan ve nefret oklarının hedefi olan Joe Patience gibi, vicdani retçi Arthur Wolf da acemi erlerin eğitildiği Aldershot Kışlasındaki silah arkadaşlarınca yüreksizlikle ve erkek olmamakla itham ediliyor. Şu farkla ki Joe Patience iki sene hapiste yatıp, ardından da gece yarısı evinin kapısına dayanan vatanseverlerce dövülerek, bu linci görece az hasarla atlatırken; Wolf prensiplerini kahramanca savunmanın bedelini silah arkadaşlarınca kim vurduya getirilerek hayatıyla ödüyor. Fakat bütün kalabalığıyla kışla üzerine gelirken Wolf yine de geri adım atmıyor. Korkak olduğu söylenen biri için haddinden fazla kahramanlık içeren bu direniş, korkaklık ile kahramanlık arasındaki sınırın hiç de sandığımız kadar net olmadığını gösteriyor.

Nitekim Tristan’ın karşılıksız aşkı Will de ilkeli bir insan olduğu için üstlerince “korkak” olarak nitelenip ölüme mahkûm olduğunda, gencecik yaşta ölmekten korkmasına rağmen, kahramanca idam mangasının önünde dikilmekten geri kalmıyor. Will, ölümüne saatler kala aynı hücrede tutulduğu âşığı Tristan’a da bu ironiyi hatırlatıyor: “Aslında sen korkak olarak yaşarken, benim korkak diye vurulmam.”
Bu ironi, bütün kahramanların bütün zamanlardaki ironisi olsa gerek: Kalabalıkların bir ağızdan yücelttikleri içi boş ve hamasete dayalı kahramanlığa karşı, bir başına savaşın anlamsızlığını dile getiren ve savaş zamanı bile bizi insan kılan prensipleri savunan bir kahramanlığın kaçınılmaz kaderi olan trajik son.

Kahraman olmak kalabalıkların sandığının aksine tek olmaktır, kendin olmaktır. Kalabalıklara inat kendin olma arzusu kahramanlıktır. Kendin olma arzusunun, kahramanlığın bedeli ise dışlanmak, taşlanmak, çarmıha gerilmek ve daimi ızdırap çekmeye talip olmaktır. Çünkü kalabalık kendisinden farklı olma arzusu ve iradesi gösterilmesine ve kendi değerlerinin içeriksizliğinin kendi yüzüne vurulmasına hiç gelemez. Bizler gündelik hayatta değil, filmlerde veya romanlarda kahramanları severiz. Daima dürtüleri ve ezberleriyle hareket eden yığınlar, prensip denilen soyut değerler uğruna toplumsal hayatın işleyişine çomak sokan işgüzar insanların fuzuli eylemlerinden hazzetmezler. Tıpkı savaş ve vatan hamasetinin tam gaz hızını aldığı günlerde savaşmak istemeyen Joe, Wolf ve Will’den hazzetmedikleri gibi.
Durduk yere sorun çıkaran bu asıl kahramanları korkak olarak yaftalayıp linç eden kalabalıklar, aslında hiçbir zaman kendisi olmaya cesaret edememiş bir korkak olan Tristan’ı da savaş kahramanı olarak onurlandırmakta beis görmezler. Trajik savaşlar atlatan bir çağın, trajediye duyarsızlığının nedeni de belki bu ironide yatıyordur. Will’i öldürecek mermileri, göğsüne doğrulttukları tüfekle ateşleyecek olan idam mangasında eksik olan altıncı kişi olmaya Tristan’ın talip olması nedensiz değildir. Tristan sadece kalbini kıran, kendisini reddeden ve aşağılayan Will’den intikam almak için öfkeyle o tüfeği eline alıp idam mangasındaki yerini almaz. Aynı zamanda Will’e tutumundan vazgeçmediği ve kendi sonunu hazırladığı için kızdığından, mantıklı ve sağduyulu düşünen kalabalıkla hemfikir olduğundan da idam mangasındaki altıncı kişi olmaya gönüllü olur. Çünkü bütün gece hücrelerinde Will’e vazgeçse her şeyin yoluna gireceğini anlatmayı denemiştir. Kahraman bir asker olarak bir korkak gibi yaşayarak kalabalıkla uyumlu olmanın erdemine inanan Tristan, ısrarla Will’in de uyum göstermesini, vazgeçmesini, direnmemesini ister.

Yaptığı her şeyi mecbur olduğu için yapan bir sürü insanı olarak Tristan, Will’in ölmeye mecbur olmasını bir türlü anlayamaz; mantıksız olduğu için değil, tam da gayet mantıklı olduğu için üstelik. Kalabalıkların aklı, kişinin kendini ilgilendirmeyen serüvenlere atılmasını bir türlü almaz. Oysa bir kahraman, kimsenin onu zorlamadığı bir işe girişmekten ötürü başına gelenlere katlanmaya çoktan razıdır.

Sürüsünün içinde aslan kesilen Fıstık ile yalnız ve asil olmayı tercih eden Kocabaş arasındaki bu fark, aslında Tristan ile Will arasındaki fark da. Birine korkak demeden önce, John Boyne gibi bu anlamlı fark üzerine düşünmekte fayda var. Çünkü kendimiz olamadıysak o korkak biz de olabiliriz…

Asker Doğmayanlar
John Boyne
Türkçeleştiren: Özlem Yüksel
Delidolu Yayınları, 304 sayfa

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Show More