İyi Kitap

Çocuk ve Gençlik Kitapları Dergisi

Şair kaleminden İstanbul

Refik Durbaş, az sözle çok şey anlatma becerisi sayesinde kökleri tarihin derinliklerine uzanan bir dolu bilgiyi, hikâyeyi sığdırabilmiş kitabına. İstanbul’un kargasını bile es geçmeden, kolayca okunan, meraklısını daha derin araştırmalar için kışkırtan hoş bir eser çıkarmış ortaya…

Yazan: Toprak Işık

İstanbul… Yüzyıllardır gönül coğrafyamızda stratejik önemi sarsılmayan muhteşem şehir… Onu görüp de dizelerine taşımayan şairin şairlik belgesi iptal ediliyordur belki de. Bu yüzden mi acaba ölçülü kafiyeli söz dizimlerinde hep baş tacıdır? Ancak bu defa bir şair onu dizelerine değil, düz yazısına konuk etmiş. Refik Durbaş’ın yazdığı Efsaneler Kenti İstanbul’u Burcu Yılmaz efsane tadında resimlemiş, Hep Kitap yayımlamış.
İstanbul gibi bir şehrin kuruluşu sıradan bir bayındırlık hikâyesi olamaz elbette. İsa dünyayı ilk çığlığı ile onurlandırmadan altı yüz elli sekiz yıl önce, Megaralı Byzas ve taraftarlarınca, Delf Kâhini’nin işaret ettiği yerde kurulur İstanbul. Körler Ülkesi’nin tam karşısı… Kâhin’in bu kadarcık tarifi ile yollara düşen kurucular nedense Sarayburnu’nda alırlar soluğu. Karşıya bakınca Kadıköy’ü görürler. Ayaklarının altındaki güzellik dururken, oraya şehir kuranların kör olduğunu şıp diye anlarlar. Öyleyse onlar Kâhin’in bahsettiği yerdelerdir. Böylece henüz sarayı olmayan Sarayburnu’nda kurarlar şehirlerini.
“Nereden çıktı bu İstanbul?” sorusuyla Evliya Çelebi’nin kapısını çalanlar farklı bir hikâye dinlerler. Okyanusta bir ada: Ferenduz… Orada bir kral: Sidon… Ve Sidon’un peri yüzlü, melek görünüşlü kızı, Aline… Vahşi hayvanlar ile kuşlara hükmeden Davut oğlu Hazreti Süleyman, Sidon üzerine yürüyüp galip gelince, savaş ganimeti olarak Aline’yi eş alır kendine. Zorla güzellik olmadığından mıdır nedir, gelin hiç durmadan ağlar. Onu nasıl teselli edeceğini soran kocasından saray ister. Bunun üzerine Süleyman, Aline’ye İslambol denen yerde bir saray yaptırınca bizim Sarayburnu, sarayına kavuşur. Kıssadan hisse: Süleyman’a sadece dünya değil, Sarayburnu bile kalmamış.
Şaşıracak bir şey yok; İstanbul hancı, hükümdarlar bile yolcu… Kimler gelip geçmiş bu mücevher şehirden… Ağrondone’den Yantoviç’e, nefesine güvenenin tek solukta sayamayacağı, başka başka isimler koymuşlar ona. İsimlerin bile çoğu kaybolmuş, İstanbul ise gönüllerin tahtında hep yerini korumuş. Bugün bağrına dökülen beton bloklara da dayanırsa, kimsenin onu çirkinleştiremeyeceği kesin biçimde kanıtlanmış olacak.
“İmparatorum; bu kent ve taht senin neslinindir. Elbette gemiler karadan yürüyene kadar.”
Kentin kuruluşu sırasında bu kehaneti duyan Konstantinus, “Sıkıntı yok öyleyse.” diye düşünüp pek bir rahatlamış olmalı. 1453’te olanları görünce acaba kâhini mi tebrik etmeli Fatih’i mi?
İstanbul’un daha başka kehânetleri de var elbette. Hatta bugün yerinde minicik kalıntılar kalmış olan Theodosius ve Arkadius sütunları üzerinde kentin bütün geleceği yazılıymış. Neyse ki taşta varlıklarını koruyamayan birçok kehanet dilden dile yaşamayı sürdürmüş. Meraklısı bunları kitaptan okuyup öğrenebilir. Sürüyle tılsımlı anıttan haberdar olmak ve bunlara dair söylenceleri öğrenmek isteyen de aynı yola başvurabilir. Sadece Çemberlitaş’ın gizemi için bile o sayfaları çevirmeye değer.
“Ben efsaneye, tılsıma inanmam; gerçeklerle ilgilenirim,” diyenler için de kitapta bir dolu bilgi var. Örneğin yedi tepeli şehrin yediden çok daha fazla sayıdaki tepelerinin her biri taş gibi gerçek. Meydanları, yokuşları, semt pazarları, bedestenleri ve bugün bile yaşamaya devam eden hanları da öyle… Okuyanın meraklanıp bunları yerinde görmek için yollara düşmesi pek olasıdır. İstanbul’da yaşayanlar ya da bu şehre uğrayabilenler kitabın bu kışkırtıcı yönünü seveceklerdir mutlaka. Kumbaracı Yokuşu’nu inerken ya da çıkarken Fransız asıllı Humbaracı Ahmet Paşa’ya selam göndermek hoş olabilir.
Yokuşların, tepelerin hikâyesi olur da semtlerin olmaz mı? Çamlıca, Beykoz, Göztepe ve diğerleri… Yıldırım, Timur’la kapışmadan önce, Osmanlı lehine ajanlık yapan gözcü babalar olmasaydı, bugün Göztepe’yi başka bir adla biliyor olacaktık.
Mekândan onca haber varken, zaman da unutulmamış. Meraklısı için İstanbul’un güneş saatlerine yer verilmiş. Fatih Camii’nin batı minaresindekini ünlü matematikçi Ali Kuşçu yapmış. 1890-1895 yılları arasında II. Abdülhamit tarafından inşa ettirilen Dolmabahçe Saat Kulesi bugün hâlâ işlemeye devam ediyormuş.
Kuruçeşme’ye yolunuz düşerse tarihini Refik Durbaş’tan öğrendiğiniz yalılara ayrı bir gözle bakarsınız mutlaka. Eskiden özellikle sarrafların ve devletin ileri gelenlerinin ikamet ettiği bu semtte ancak padişahın izniyle oturulabilirmiş.
Pierre Loti Tepesi… O güzel mekânda, bir fincan kahve ya da bir bardak çayla İstanbul’u seyrederek yorgunluğunu atanlar, hazin bir aşk hikâyesinin burukluğunu da hissetmeliler yüreklerinde. Pier Loti’nin, memleketi Fransa’ya giderken bıraktığı sevgilisini, döndüğünde İstanbul’un toprağına karışmış bulması dokunacaktır mutlaka içinize.
Her tarihî şehir gibi İstanbul da gücünün ve güzelliğinin bir kısmını bağrındaki yaşanmışlıklardan alıyor. Nasıl ki okyanusu diz üstüne çıkmayan kıyılıklarında dolaşarak tanımak olanaksızsa, İstanbul’u yalnız bugünüyle satırlara taşımak da öyle… Refik Durbaş, şair olmaktan gelen az sözle çok şey anlatma becerisi sayesinde, kökleri tarihin derinliklerine uzanan bir dolu bilgiyi, hikâyeyi sığdırabilmiş kitabına. İstanbul’un kargasını bile es geçmeden, kolayca okunan, meraklısını daha derin araştırmalar için kışkırtan hoş bir eser çıkarmış ortaya. Darısı tüm diğer şehirlerimizin başına…

 

 

 

Efsaneler Kenti İstanbul
Refik Durbaş
Resimleyen: Burcu Yılmaz
Hep Kitap, 192 sayfa

 

Show More