İyi Kitap

Çocuk ve Gençlik Kitapları Dergisi

Koray Avcı Çakman

“Yazarken belleğim hazine sandığım benim”

Söyleşi: Elif Şahin Hamidi

Çocuklar için yazan bir yazarın alamet-i farikası nedir ve çocuklar için yazmanın, yetişkinler için yazmaktan ayrıştığı noktalar nelerdir?

Çocuklar, önyargılarla düşünmezler; anda yaşarlar ve bizlerden çok daha fazla özgürlüklerine düşkündürler. Onların ruhlarına dokunabilmek, duygularını hissedebilmek ve düşüncelerini kavrayabilmek için birer minyatür yetişkin olmadıklarını fark etmek
zorundayız. Fransız şair Jacques Prévert “Bir Kuşun Portesini Yapmak” şiirinde, önce kapısı açık bir kafes çizmekten, sonra da kuş gelsin diye gerekirse yıllarca beklemekten söz eder. “Eğer gelirse kapamalı kapıyı usulca fırçayla,” der. Ardından da sıra demir telleri özenle, kuşun tek tüyüne bile dokunmadan silmeye gelir. Çocuklar için yazmayı biraz bu şiire benzetiyorum. Ressam kafesin tellerini paletindeki renklerle yok eder, yazarlar da sözcüklerle…
Şiirin sonu ne demek istediğimi sanırım biraz daha netleştirecek:
“Sonra beklersin ötsün diye kuş / Ötmezse kötü / Resim kötü demektir / Öterse iyi olduğunun resmidir / İmzanı atabilirsin artık / Bir tüy koparırsın usulca / Kuşun kanadından / Ve yazarsın adını resmin bir köşesine.”

Kimi yazarlar kaostan beslenir, kimileri ise aşırı bir düzene ihtiyaç duyar. Hepsinin farklı bir yazma disiplini var. Size ne iyi geliyor, nasıl bir düzene ihtiyaç duyuyorsunuz yazarken?

Kahramanların zihnimi ele geçirmesini seviyorum ve sanırım yazma sürecim de onlara göre şekilleniyor. Bazen haylaz bir çocuk dizginleri ele alıyor ya da gizemli bir komşu… Hayatta hiç burun buruna gelmeyeceğim türden karakterlere can veriyorum. Onlar da beni diriltiyorlar, yaşamıma renk ve coşku katıyorlar. Hayatın olağan akışının veremeyeceği bir cümbüşten bahsediyorum. Buna bağımlı hissediyorum kendimi. Bir kelebeğin peşi sıra kırlarda kaybolmayı, bir uzaylının anlattıklarını can kulağıyla dinlemeyi, bir tespih böceğinin minicik gözleriyle dünyayı görmeyi hiçbir şeye değişmem. Bu tutku zorunlu olduğunu düşündüğüm yazma disiplinini kazandırıyor bana ve neredeyse her yerde, her koşulda yazabiliyorum.

Yazmanın yazara hem acı çektiren hem de şifa sunan, iyileştiren, haz veren bir yanı var. Gerçekten tuhaf bir deneyim yazmak. Çocuklar için yazarken de bu ikilik söz konusu mu?

Jean Paul Sartre, “İnsan bazı şeyleri söylemeyi seçtiği için değil, onları belli biçimde söylemeyi seçtiği için yazardır,” der. Çocuklar için yazarken de sözcüklerimiz renkli, soluk, muzip, çığırtkan, dingin, işgüzar, hırçın, şefkatli, vakur, gizemli, sıradan olabilir. Bazen bir kahramanın ardı sıra zıp zıp zıplayabilir, hop hop hoplayabilir, bazen kaçıp gizlenebilir. Onu dizginlemek de özgürleştirmek de yazarın elindedir. Kesip biçebilir, eğip bükebilir, çekip uzatabilirsiniz sözcükleri. Ama sözcüklerle oynarken aklımızın bir köşesinde hep varmak istediğimiz şey olmalıdır. Ufukta orayı gördüğünüz anda sözcükler size değil, siz onlara hükmetmeye başlarsınız.

Ben bu sürecin tamamından haz aldığımı söyleyebilirim. Ama işin doğrusu yazarken bu hazzı düşünmem. Belki çile olarak algılanan, varmayı hedeflediğiniz yere nasıl gideceğinizi keşfedip sözcüklere hükmettiğinizi hissedene kadar olan çabalamalardır. Ama onun için de “acı” gibi olumsuz bir sözcük kullanmam. Düşünür Kierkegaard, edebiyatı oyun alanına benzetir ve yazarken kendini iyi hissettiğini, yaşamın uyumsuzluklarını ve bütün acılarını unuttuğunu söyler. Ben de aynı fikirdeyim.

Yazı tasarıları nasıl gelir zihninize? Aniden parlak bir fikir, bir tasarı mı gelir, yoksa derme çatma bazı düşünceler, görüntüler, sesler mi üşüşür zihninize ve sonra bunlar bir hikâyeye dönüşür mü?

Yazarken belleğim hazine sandığım benim… Kalemi, kâğıdı elime aldığımda dökülüverir önüme. İşte kahramanlarım da onların içinden çıkar. Yıllar öncesinde bir kır gezintisinden tanıdık rüzgârın çıkagelip saçlarımı okşadığını hissederim. Çocukluğum kapıyı aralar ve beni oradan izler. Ateş böceklerinin gizemli ışığı, annemin öpücüğü, babamın beyaz daktilosu, anneannemin şen kahkahaları, kalabalık bayramlar, serin yaz akşamlarında oynanan saklambaçlar, yüzü tükenmez kalemle çizilmiş bir bez bebek, kirazlı bir saç tokası, sevinçler, hüzünler, güceniklikler, taşınmalar, özlemler, kavuşmalar…

Sandığımdakiler yalnız geçmişle ve çocukluğumla sınırlı değildir. Yaşadığım her an ona bir şeyler katmaya çalışırım. En önemlisi de gündüz düşlerimdir. Borges, “Düş görmek uyanıkken gördüğümüz nesneleri bir araya getirmek, onlardan bir öykü ya da öykü dizisi örmektir,” der. Benim de tüm yazarlar gibi en önemli sermayem hayal gücüm, en önemli malzemem de sözcüklerimdir.

Yeni bir kitabının okurla buluşması, yazar için heyecanlı ve biraz da gerginliğe neden olan bir süreç. Örneğin Virginia Woolf yeni bir kitabı yayınlanacağı zaman epey strese giriyor, kötü eleştirilerden çok ürküyor. Siz neler hissediyorsunuz yeni bir kitabınız okurla buluşacağı zaman?

İyi yazarlar insanların zihinlerinde ve belleğinde güçlü bir yer edinen kahramanlar yaratır. “Büyük ya da dünyaca ünlü yazar” deriz ama bazen, hatta çoğu kez yazarın yarattığı karakterin görüntüsü, endamı, yüzü-gözü okurların zihnine net bir biçimde kazınırken, yaratıcısı olan yazarın sureti pek belirsizdir. Don Kişot! Ne zaman ondan bahsedecek olsam baştan aşağı zırhına kuşanmış bir hâlde, elinde mızrağıyla, atı Rosinante’nin üzerinde yel değirmenlerine savaş açtığı sahne devinir zihnimde.
Arka planda uzun kulaklı eşeğinin üzerinde şaşkın gözlerle efendisine bakan Sancho Panza… Ve bu cesur maceranın ilham kaynağı, Don Kişot’un hayali sevgilisi Dulcinea. Bu imgelerin bana özgü olduğunu zannetmiyorum. Kahramanlar insanların zihninde onca netken, Cervantes’in görüntüsü ya çok bulanıktır ya da hiç yoktur. Bir yazar için kahramanlarının gölgesinde kalmak ne büyük bir mutluluktur. Ben de yeni bir kitabım okurla buluşacağı zaman “Acaba kahramanlarım belleklerde nasıl yer edinecekler, nasıl izler bırakacaklar?” diye düşünür ve her seferinde çok heyecanlanırım.

Flamingo Günlüğü, Yedikır’ın Kuşları, Almarpa’nın Gizemi gibi hemen her kitabınızda kuşlar ve doğa önemli bir yer tutuyor. Kuşlara olan ilginiz, sevginiz, bilginiz nereden geliyor? Almarpa’nın Gizemi’ndeki Kuşçu biraz da siz misiniz acaba?

Bir tarafı orman, bir tarafı deniz masal gibi bir sahil kasabasında büyüdüm ben. Anneannem bazen dağlara bakar ve “Şuralarda ayak basmadığım bir yer yoktur,” derdi. Tüm o gezintiler boyunca ben de eşlik ederdim ona. Zirveye çıkar, su kaynağını bulup susuzluğumuzu giderir, ormanın cömert yemişleriyle ağzımızı tatlandırırdık. Sahilde de rengârenk deniz kabukları toplar, saatlerce maviliklere bakıp gözlerimizi dinlendirir, martıları izlerdik.

Eskiler yaşama dair pratikten gelen kadim bilgilere sahipti. Anneannem kuşları yalnız gözlemekle kalmaz, onların hareketlerine göre kışın nasıl geçeceğini, yazın erken gelip gelmeyeceğini de söylerdi. Kuşları gözlemeyi, doğayı dinlemeyi onunla öğrendim. Hâliyle Almarpa’nın Gizemi’ndeki Kuşçu’ya biraz değil, epey benziyorum.

Artık bazı çocuk kitaplarında babaların önlük takıp mutfağa girdiğini ve hüngür hüngür ağladığını görüyoruz. Çocuk kitaplarında kadının ve erkeğin temsilindeki değişim hakkında ne söylersiniz?

Bir yazar olarak şöyle düşünüyorum: Eğer bir karakter yazarın zihninde gerçekten iyi şekillenmişse, gerçek bir kişiliğe bürünmüştür ve kendini bulmuştur. Ve eğer öyleyse o karakter mutfağa girip girmeyeceğini, hüngür hüngür ağlayıp ağlamayacağını, yani ne zaman ne yapacağını gayet iyi bilir. Dolayısıyla sizin bir yazar olarak, sergilediği tavırların yarattığınız
kahramana uygun olup olmadığını sorgulamanız ya da bazı “önceden belirlenmiş” rollere, kalıplara ve nosyonlara uymaya çalışarak “müdahale etmeniz” gerekmez. Tam tersi böylesi yaklaşımlar işlevsel değildir, fayda değil zarar getirir. Çünkü kahramanınızı kısıtlamaya ve yönetmeye kalkışmış, ona karşı çalışmaya başlamış olursunuz. Bunda başarılı olduğunuz
derecede de kahramanınız gücünü ve “gerçek”liğini kaybeder, sıradanlaşır.

Yaşamda olduğu gibi öykü ve kurgularda da gerçek kahramanlar özgürdür. Özgür olmayanlar ya da özgür olmasına yazarının izin vermediği “karakter”ler ise gerçek birer kahraman olamazlar.

Önceki kuşaklar ders kitaplarının arasında çizgi roman okurdu, günümüz çocukları ise ders kitaplarının arasında telefon kurcalıyor desek yeridir. Çocukları “ekranlara uzak, kitaplara yakın” kılmak için sihirli bir formülünüz var mı?

Carl Sagan, Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı kitabında Amerikan Doğa Tarihi Müzesi’nde geçen bir anısını aktarır ve “Çocuklar dokunmak için karşı konulmaz bir dürtü hissederler. O günlerde müzelerde en çok duyulan iki sözcük ‘lütfen dokunmayınız’ idi. Onlarca yıl önce, bilim ya da doğa tarihi müzelerinde ‘elinizi sürebileceğiniz’ hiçbir şey, hatta bir yengeci alıp izleyebileceğiniz bir gelgit havuzu bile yoktu,” der.

Eski müzecilik anlayışının düştüğü yanlışa bizler düşmemeli, çocukların hayal gücünü sınırlamamalı, aksine ona hizmet edebilmeliyiz.

Yazmak kendinde olmayana ya da başkalarının ihtiyaçlarına yönelmiş bir heves değildir. Hayatın devingenliği içinde düşünceleri sanatsal bir dille yeniden biçimleme içgüdüsünden kaynaklanır. Yazmanın itici gücü sorular ve sorunlardır. Sorunlarla karşı karşıya kalan ve sorularımıza yanıt bulanlarsa kahramanlardır.

Çocuklar okudukları kitaplarda yazılandan fazlasını algılar ve kendilerine ait bir anlam geliştirirler. Collodi’nin Pinokyo’sunu bir yetişkin okuduğunda, tahta bir kalbin sevmeyi öğrenmiş bir insanla değiştirilmesi onu etkiler. Bir çocuksa tahtadan kuklanın başını belaya soktuğu anları soluk soluğa okur. Küçük Prens’te “Gülünüzü önemli kılan gülünüz için harcadığınız zamandır,” sözünün gerçek anlamını öğrendiğimde artık çocuk değildim.

Çocuklar kitaplara biz yetişkinlerin gözüyle bakmaz. Bu yüzden de “İyi yazar nasıl yazar? Ne gibi kurallara, prensiplere uymalıdır ki iyi yazsın? Nelere dikkat etmeli, kahramanını nasıl yönetmelidir?” gibi önceden hazırlanmış ama iyi pişirilmesi mümkün olmayan yapay reçetelere dayanarak yazılmış kitaplar onları okumaktan soğutur. Çocukları kitaba yakın kılmanın yolu onları, onların gerçekliğine göre yazılmış kitaplarla buluşturmaktan geçer.

 

Show More