İyi Kitap

Çocuk ve Gençlik Kitapları Dergisi

“Çocuk edebiyatı benim tek sığınağımdır”

Söyleşi: Elif Şahin Hamidi

Hem çocuklar hem yetişkinler için yazan biri olarak, bu ikisi arasında nasıl bir fark var sizce ya da var mı?
Simla Sunay: Fark varsa da bu yazarın elinde tuttuğudur. Kendim için söyleyecek olursam, yetişkin edebiyatında yetişkinlere dair dar bir alana giriyorum, çocuk edebiyatında ise herkese ait daha geniş bir alana. Verdiği haz aynı, ancak çocuk edebiyatında bazı filtreler kullandığımız doğrudur, çünkü çocukların hayat deneyimi daha az. Bu deneyim bir çerçeve çiziyor, ancak bu çerçeve çoğunlukla yanlış anlaşılıyor, “çocuktur anlamaz”a varıyor ve “çocuğa görelik” gibi tehlikeli bir kavram doğuyor. Bu kavramı sıkı benimsemek, çocuğu toplumsal olandan soyutlamaya, sorumluluk dağılımından ayırmaya ve bunun neticesinde çocuk öznenin silikleşmesine neden olabilir. Öte yandan sadece çocuklara ve gençlere özgü sorunlar da var, bunları da atlamamak gerek. Genel olaraksa, yetişkinlere yazarken çocuk edebiyatına “gelen” yazarlar için, didaktikleştiklerini ve özellikle dilde ve anlatımda yaratıcılıklarını esirgediklerini görüyorum. Konularda da sıkışıyorlar. Örneğin, illa doğa temsillerine başvuruyorlar ve aslında onlar çocuk edebiyatına dalınca, alanlarını açacaklarına daraltıyorlar.

Siz bir anti-mimar-yazarsınız ve anti-mimarlara ihtiyaç var diye düşünüyorum. Anti-mimarlık üzerine konuşabilir miyiz?
Simla Sunay: Anti-mimarlık, yapı iştahını bir türlü doyuramayan, hep sistem için hareket eden, apolitik mimara karşı olmaktır. Yapılaşmanın durmasından yanadır. Mimarların kibrine ve meslek özcülüğüne karşıdır. Mimarın her şeyi yapmasına karşıdır, iş bölümünden yanadır. Biteviye mimarlığı eleştirir. Mimarlığı kutsamaz. Ancak bu kavram elbette ironik ve satiriktir, istisnalar vardır ve mimarlık güzel bir meslektir.

İyi Kitap, Remzi Kitap Gazetesi, Cumhuriyet Kitap Dergi’de çocuk kitaplarıyla ilgili değerlendirme yazıları yazdınız, şimdi de Sanat Kritik’te devam ediyorsunuz. Dergilerde çocuk kitapları üzerine söz söylemek yazınınıza nasıl bir katkı sundu?
Pek çok farklı şey yapan biri olarak, çocuk edebiyatı benim tek sığınağımdır aslında. Çocuk kitabının toplumsal, tarihsel ve güncel meseleler için ne denli zengin bir malzeme sunduğunu göstermek istiyorum. Yazılar vasıtasıyla akademik olanla, güncel politikayla ve çocuk edebiyatı tarihiyle kitabı teyelleyebilmek, beni sürekli düşünme edimi içinde tutuyor. Yaza yaza, yergi ve övgüden uzak duran denemelere yöneldim, becerebildiğimce. Kurguya nasıl yansır, bunu tam bilemiyorum.

Hem mimar şapkanızla hem de yazar şapkanızla çocuklarla bir aradasınız. Sanat ve mimarlık atölyeleri düzenleyerek çocuklara kente ve doğaya sahip çıkma bilinci de aşılıyorsunuz. Çocuklardan nasıl dönüşler alıyorsunuz, onlardan neler öğreniyorsunuz?
Simla Sunay: Atölyeler kendi çocuklarım dışındaki çocuklarla temas etmemi sağlıyor. Onları gözlemleme şansım doğuyor. Dolayısıyla bana mesele sunuyor. Bu iletişim, okurla iletişim kurmaktan fazlası. Çocuklarla pek çok şeyi konuşabilmek, elbette çocuk karakter oluşturmada, gerçekçi diyalog yazabilmede de etkilidir. Atölyelerden çıkan kitaplarımda bu deneyim var. Çocuklar nasıl bir çevrede yaşıyorsa, kent ve doğa bilinci de onunla sınırlı oluyor. Bunun dışına çıkabilecekleri alternatif alanlar pek yok. Eleştiri kültürümüz zayıf ve bu da çocukları daha çok beğenme ve beğenmeme üzerinden kendilerini ifade etmeye hapsediyor. Çocuklar kendi sanatçılarımızı tanımıyor, dolayısıyla model eğitiminde zayıfız. Öte yandan soyutlamaya çok yatkınlar, felsefi olanla birlikte iletişim daha kolay; mesela çocuklarla “boşluk” üzerine konuşmayı çok seviyorum.

Çocuklar için yazarken nelerden ve nerelerden besleniyorsunuz? Gökyüzü gibi ya çocukluk, hep başımızın üstünde; çocukluğunuz nasıl sızıyor yazdıklarınıza ya da neler sızıyor oradan?
Simla Sunay: Çocukluk gökyüzü gibi mi, ben pek emin değilim. Çocukluk eksilen bir şey. Çünkü anı süzülen bir şey. İzleri duruyor ama çocukluk gökyüzü kadar açıkta değil ki, kazı gerektiriyor, çaba gerektiriyor hatırlamak. Özellikle bizim gibi unutma eğilimindeki toplumlarda. Doğu toplumu olsak da modernizmle birlikte anı aktarmak, sözlü anlatıcılık olumsuz etkilendi. Toplumsal ve gündelik hayata dair tarih, resmi tarihin gölgesinde kaldı. Yeni yeni değeri anlaşılıyor. Çocukluğumdan, önce mekânlar sızıyor. Sonra aile içinden anlatılanlar. Ama burada da seçicilik giriyor, bazı şeyler atlanıyor, örtülüyor. Gökyüzü gibi büyük değil.

Yazı tasarıları nasıl gelir zihninize? Aniden parlak bir fikir, bir tasarı mı gelir, yoksa derme çatma bazı düşünceler, görüntüler, sesler mi üşüşür zihninize?
Simla Sunay: Bazen tek bir sözcük bir roman yazdırabilir. Bazen bir soru, bazen bir imge, bazen akla resimle düşen bir şey… Bir dürtü gerek masaya oturmak için, ikna ve ısrar… İşte ilham denilen şey pek de net değil aslında. Bazen öfke yazdırabilir. Bazense yazmayı kesebilir.

Yazma disiplininizi ve yazarken mekânla ilişkinizi merak ediyorum. Aşırı bir düzene, kendine ait bir odaya mı ihtiyaç duyuyorsunuz, yoksa karmaşanın ve gürültü patırtının ortasında da yazabilenlerden misiniz?
Simla Sunay: Kadın yazarların durumu farklı, düzen şansları pek yok. Ben bunun için Eminönü’nde bir han odası bile kiralamıştım, şimdi kolektif kullanılan bir yere dönüştü. İlk kiraladığımda oraya gidip hiçbir şey yazamadım, eve boş döndüm. Zamanla alıştım. Ancak yazmak için belli bir mekâna takıntı duyarsam yazamam. Her yerde yazabilmeliyim. Şimdi bu söyleşiyi balkonda yanıtlıyorum. Bazen mutfakta yazarım, bazen odamda, yatakta uzanırken. Bazı yazarların otel odasında yazdığını biliyorum, okullara gitmek için çok seyahat edenlerin. Bence şimdiki zamanda yazı-mekân ilişkisi değişti. Yazabilmenin önünde büyük engel kalmadı. Ne ki çok fazla iletişime maruz kaldığımız için yeni zorluklar doğdu. Düşünmeye imkânımız var mı? İç sesimizi işitebiliyor muyuz?

Daha önce Sadi Güran’ın resimlediği Yürüyen Çınar yeniden basıldı ve bu kez Huban Korman’ın resimleriyle şenlenmiş kitap. Kitapların resimlenme sürecinde yazar, hangi çizerle çalışacağını nasıl, neye göre belirliyor?
Simla Sunay: Sanıyorum bu konuda benim durumum biraz farklı. Ben yayınevlerinin tercih etmeyeceği, resme ve kapağa karışan “kötü örneğim”. Son kitap dışında çizerleri hep kendim seçtim. Çizmeyi Bilseydim için Zeycan ile çok çalışmak istemiştim. Ancak ben çizimlerin eskizlerini yapmıştım zaten. Ne iyi ki Zeycan buna itiraz etmedi, ancak yöntem böyle olmalı, diyemem. Bu kitapta sadece metin düşmemişti aklıma, (mimarlık deformasyonuyla) çizim de düşüvermişti; bir fikir ve öneri olarak tabii. Ressam René Magritte’in Pyrenees Şatosu’nun üç boyutlu modelini, hayalî planını bile çizdim. Egosantrik miydi yoksa yazı-çizim ilişkisinde bir yaratım süreci miydi, bilemem. Eleştiriye açığım. Ben çizer seçerken figüratif ihtiyaç var mı, soyutlama olabilir mi buna bakıyorum. Dağ Kaşındı’da Burcu tamamen özgürdü, çünkü o imge yaratabilen özel bir çizer ve bambaşka bir iş çıkardı, hikâyeyi aşkın bir yaratım doğdu. Metinde geçmeyen bir kuş girdi resimlere söz gelimi.

İnsanın kendini ve tür olarak insanı, hayatı, evreni anlama-anlamlandırma çabası aslında edebiyat: yazarın, insan denen o karanlık ve dipsiz uçurumun dibine inme çabası. Çocuk edebiyatı insana ve insan olmanın anlamına dair ne söyler?
Simla Sunay: Uçurumların ve sırların toplumsal bir inşa olduğunu öğrendim. Dolayısıyla puf diye de sönebilirdi bireysel dünyamda. Edebiyat bir direniş bana göre, sanat bir direniş olduğu için, Deleuze’e referansla. Öte yandan çocuk edebiyatı “şeyler” dünyasına daha açık, ancak onları mecazi bir alana sıkıştırıyor. Sır mı, kaçış mı bilmiyorum ama hayatı katlanır kılan imgelem dünyasını bize biteviye hatırlattığı kesin. Dolayısıyla çocuk edebiyatının insana dair sırrı bu imgede ikinci kere gizleniyor sanki. Her çocuk kitabı biraz ütopiktir bence, bu da insan soyunun hikâyeyle olan ilişkisini ele veriyor. Hikâye ile gizleme, hatırlama, ikna olma, her şeye rağmen de direnme… Çocuk edebiyatı, insanın hikâyeye nasıl sığındığını ve geleceğin parçası çocukları bununla nasıl korumaya çalıştığını açık ediyor.

Show More