İyi Kitap

Çocuk ve Gençlik Kitapları Dergisi

Dokuzda dokuz isabet

Bu birbirinden ayrı dokuz hikâyenin yegâne müşterek noktası, hiçbir kahramanın kurtarılmaması veya kurtarılamaması.

İnsanın kendi aptallığından daha komik ve daha korkutucu, daha insani ve daha gayriinsani ne olabilir! Çoğu kez kendi başına açtığı belaların içine sıkışıp kalan insan evladı, kendi inşa ettiği hapishanenin içinde bir ömür, hiç şikâyet etmeden mutlu mesut yaşayabilir. O kadar ki çoğu kez sadece sistemin çökmesinden, düzenin bozulmasından, istikrarın elden gitmesinden korkar. Oysa biraz daha akıllı olabilseydi, çok daha korkutucu olanın sistemin çökmemesi olduğunu idrak edebilirdi. Öyle ya, insanlık tarihinin bu en aptal icadı olan küresel kapitalizm ya çökmezse ne olacak?

İşte yaşayan kalburüstü yazarlardan George Saunders’ın dokuz hikâyeden oluşan yeni kitabı Kurtuluş Günü’nünde de kendi aptallığının tuzağına düşen veya kendi aptallığının hapishanesine tıkılıp kalmış bu insanlığın hâlleri, çoğu kez gayriinsani hâllerle birlikte anlatılıyor. Bu nedenle elimizde hem komik hem de korkutucu, hem insani hem de gayriinsani dokuz usta işi hikâye var.

Aslında bu birbirinden ayrı dokuz hikâyenin yegâne müşterek noktası, hiçbir kahramanın kurtarılmaması veya kurtarılamaması. Bambaşka hâller içinde ya bir duvara ya bir lunaparka ya orta sınıf ahlakına yahut basbayağı geçmişe mıhlanıp kalmış veya tutsak düşmüş hiçbir kahraman, kurtulmuyor veya birilerince kurtarılamıyor. Aksine her biri hikâyenin içinde bir şekilde özgürleşiyor. Belki de bu sebeple kitabın orijinal adı Liberation Day’i “Kurtuluş Günü”nden ziyade “Özgürleşme Günü” diye tercüme etmek, bu seferlik daha iyi olabilirdi.

Kitaba ismini veren “Kurtuluş Günü,” “Gulyabani” ve “Elliot Spencer” adlı öteki iki hikâyeyle bir tür parallellik arz ediyor. Bu üç hikâye de bilimkurgu özellikleri taşıyan distopik hikâyeler. Meçhul bir gelecekte insanların bazılarının hafızalarının silinerek köleleştirilmesi, “Kurtuluş Günü” ile “Elliot Spencer”ın müşterek teması. “Gulyabani” ise belki de içine hapsolduğumuz modern hayatlarımızın bir çıkışının olmadığının en sert alegorik ifadesi olsa gerek. Kitaptaki en korkutucu, en şiddet içeren fakat en gerçek hikâye de o.

“Cesur Eylemlerin Annesi,” “İşyerinde Bir Şey,” “Serçe,” “Anneler Günü” ve “Benim Evim” ise gündelik hayattaki tercihlerimiz ve toplumun ahlâk anlayışı ile -aslında hem bireysel tercihlerimizi hem de ahlâk anlayışımızı var eden- sınıfsal koşullarımız arasına sıkışıp kalmışlığımızı anlatan hikâyeler. Kendisini bazen yanlış anlama bazen ötekini yargılama bazen tetiklenmiş bir önyargı olarak gösteren kendi orta sınıf ahlakımızdan bir türlü özgürleşemememiz, aktörler değişse bile hiç değişmeden hayatlarımızın üzerinde Demokles’in Kılıcı gibi sallanmaya devam eden evrensel bir kader. Bu kaderden özgürleşmek, “Gulyabani”de Brian’ın tecrübe ettiği gibi ancak insanın üzerinde durduğu sınıfsal temellerin bir an için yan yatması, insanın o güne kadar inandığı ve değer verdiği her şeyin kaymaya, aniden tuhaf ve yeni görünmeye başlamasıyla mümkündür. Saunders’ın bu hikâyelerdeki kahramanları bunu bir an için bile olsa tecrübe edebildikleri için, mesela “Anneler Günü”ndeki Alma’nın ölüm anında, nihayet olduğunu sandığı kadın olmaktan vazgeçtiği anda kendisi olmaya doğru bir adım atması gibi, kurtulamasalar da özgürleşiyorlar.

Fakat kitapta bir hikâye daha var ki benim nezdimde kalan sekiz hikâyenin önüne boy farkıyla geçiyor: “Sevgi Mektubu.” Besbelli ki Amerikalı Saunders, bir dönem bile olsa Trump iktidarının hukuksuzluklarından çok etkilenmiş. Çünkü bu hikâyenin konusu, kitaptaki diğerlerinden çok daha hayati, politik ve evrensel olduğu için Saunders doğrudan kapitalizmin mevcut hâlinde sadece ABD’de değil, Macaristan’da, Brezilya’da, hatta çok daha yakınlarda bir yerde karşılaşabileceğimiz, devletin bekası için hukuku askıya almakta hiçbir beis görmeyen muhafazakâr iktidarların toplumda yarattığı tahribatlara yöneliyor. Nitekim bu hikâyede de bir kurtuluş yok; çünkü sistem çökmediği gibi daha da köklenerek güçleniyor. Fakat büyükbaba, torunu Robbie’ye yazdığı mektupta bütün olup bitenle dürüstçe yüzleşirken bir an için özgürleşiyor: “[U]zun zamandır ilk defa, ‘Ne yapmış olmalıydım?’ diye değil de, ‘Şimdi ne yapabilirim?’ diye merak ettim.” Oysa çoktan eylemin mümkün olmadığı bir zamanda ve yerdedir; o kadar ki artık gerçekten öfkelenmek dahi söz konusu değildir. Anlatıcımız “bu şey geçtiğinde (elbette geçerse),” diye yazdığında yahut olan biteni, böyle bir şeyin olduğuna hâlâ inanamadan izlediklerini itiraf ettiğinde, her şeyin çoktan kaybedildiğini de kabul etmiş olur.

Saunders karakteristik olarak hikâyelerine, kahramanının düşünce akışının ortasından başlıyor. Biri bize hiç bilmediğimiz bir şeyler anlatıyor, mesela “Cesur Eylemlerin Annesi”nde Ginny’nin elinde neden bir konserve açacağı var, bilmiyoruz. Ama hikâyenin kahramanı hikâye içinde yol katettikçe, yani hayatın akışı içinde ilerledikçe yaşadıkları, çevresindeki olup bitenler hem kendisi, hem okur, hatta belki yazar olarak Saunders için de yavaş yavaş açılıp berraklaşıyor. İşte o netlik anında ise kahraman nasıl kendi hayatının içinde sistemin bir takım tuzaklarına sıkışıp kaldıysa, bir okur olarak siz de yazarın kurduğu kapanlara yakalanıp hikâyeden çıkamıyorsunuz. Dürüst olmalıyım ki Saunders’ın hikâyelerinin derinliğinden çok etkilendim.

Kurtuluş Günü

George Saunders

Türkçeleştiren: Niran Elçi

Editör: Ayşegül Utku Günaydın

Delidolu Yayınları, 240 sayfa

Show More