İyi Kitap

Çocuk ve Gençlik Kitapları Dergisi

Zaman hakkında, tekniği hayli fiyakalı kullanan bir roman

Galgut’un üslubu için hayli modernist demek abartılı olmaz. Bu açıdan Galgut’un anlatısı, Batı roman geleneği içinde William Faulkner, James Joyce ve Virginia Woolf’un temsil ettiği patikaya yerleştirilebilir.

Yazan: Gökhan Yavuz Demir

Bir roman hikâyesi, kurgusu, üslubuyla öne çıkabileceği gibi bazen tekniğiyle de türün başka örnekleri arasından sıyrılıp kendini gösterebilir. Türkçeye daha evvel başka kitapları da tercüme edilmiş olan Damon Galgut’un –yanılmıyorsam– dokuzuncu romanı Vaat de göz alıcı tekniğiyle hemen dikkat çekiyor.

Roman tarihinde pek çok örneğine rastlayabileceğimiz üzere, Galgut da bir ailenin fertlerinin tarihi, hatta daha da isabetli bir ifadeyle ölümleri ve cenaze törenleri üzerinden zamanı anlamaya çalışıyor. Neredeyse onar yıllık periyotlarla birbirini takip eden dört ölüm ve cenaze töreninden mürekkep dört bölümde, bir ailenin üyelerinin yaşadıkları, fondaki Güney Afrika Cumhuriyeti’nde yaşanan toplumsal değişimle birlikte anlatılırken, yazar aslında kayıp giden zamanın ardında bıraktığı hasarın muhasebesine girişiyor. Tek kelimeyle cüretkâr bir teşebbüs!

Her bir bölümün adı, aslında o bölümde ölecek olan ve okurlar olarak hepimizin katılacağı cenaze töreninin son yolcusunun adını taşıyor: Anne (1986), Baba (1995), Astrid (2004), Anton (2018). Swart ailesinin mensuplarının cenaze törenleri; bir açıdan değişen başkanlar, zor gelen ve kolay giden ele avuca gelmez demokrasi, siyahlar ile beyazlar arasındaki “apartheid” rejiminden miras kalan gerginlikler üzerinden 1986-2018 yılları arasındaki Güney Afrika Cumhuriyeti’nde yaşanan toplumsal çalkantılara ve değişime kronometre tutuyor.

1986 yılında annesinin ölüm haberini alırken tanıştığımız on üç yaşındaki Amor, belki de bu çok sesli romanın başkahramanı. Nitekim yıllar içinde sırasıyla babasının, ablası Astrid ile ağabeyi Anton’un da ölüm haberlerini alıyor ve kendisi kırk beş yaşındayken roman bitiyor. Romanın bu manada ilginç bir mimarisi var. On üç yaşında annesinin cenaze töreninde ilk defa âdet görmesiyle kadınlığının ve yetişkinliğinin açılan çemberi, kırk beş yaşında menapoza girmesiyle kapanıyor. Doğurganlığın başlaması ve bitmesi, akıp giden zaman içinde doğmamızın ve ölmemizin sembolik bir ifadesi olabileceği gibi, Güney Afrika Cumhuriyeti benzeri ergen, heterojen ve çok renkli toplumların demokrasiyle kazandıklarının ve kaybettiklerinin ironisi de olabilir. Demokrasi bu anlamda sanki toplumların gelişmişlik seviyelerine göre hangi yüzünü göstereceğine karar veren iki yüzlü bir Janus’a benzetilebilir: Dünyanın refah düzeyi yüksek toplumlarında özgürlük ve zenginlik yüzüyle bize tebessüm ederken, Batı dışı az gelişmiş toplumlarda ise baskı, çatışma, soygun ve suç yüzüyle çatık kaşlarıyla bakabiliyor. Yani bir başka deyişle, Avrupa’da doğurgan ve verimli olan demokrasi, Güney Afrika Cumhuriyeti benzeri toplumlarda menapoza girmiş gibi kısır ve ölümcül olabiliyor.

Galgut’un üslubu için hayli modernist demek abartılı olmaz. Bu açıdan Galgut’un anlatısı, Batı roman geleneği içinde William Faulkner, James Joyce ve Virginia Woolf’un temsil ettiği patikaya yerleştirilebilir. Çünkü romanın anlatıcısı, birinci tekil şahıs ile üçüncü tekil şahıs arasında belirsiz ama ustalıklı bir yer işgal ediyor. Galgut asla tek bir karaktere odaklanmıyor. Romanın bu çok sesli yapısı içinde aslında karakterlerden birinin ana kahraman olduğunu söylemek çok mümkün değil. Başta Amor’un başkahraman olduğunu söylememin sebebi, romanın sonunda aileden bir tek onun hayatta kalmasından başka bir şey değil. Yoksa romanın ana kahramanı tam da bu çok seslilik. Yazar roman içinde o kadar incelikle perspektif değiştiriyor ki her sayfada, hatta her paragrafta anlatıcı değişiyor. Mesela Astrid ile Amor bir mesele hakkında tartışırlarken, tartışma Astrid’in iç sesinden anlatılırken siz daha hiç anlamadan, tartışmanın ortasında bir yerde, konuşulanları Amor’un zihninden okumaya başlıyorsunuz. Hatta yer yer romanın ana akıntısıyla ilgisi olmayan karakterler, mesela bir evsiz, bir hırsız, bir polis de yer yer sahne alıp o kısmın anlatıcısı olabiliyorlar. Genel bir değerlendirmeyle Tanrının bakış açısından anlatısını anlatan bir Tanrı-yazar ile karşı karşıyayız; fakat bu o kadar hoş görülü ve demokrat bir Tanrı-yazar ki karakterlerinin, hatta sokaktan geçen romana yabancı insanların bile konuşmasına ve görüş bildirmesine imkân tanıyor. Gerçekten ustaca!

Romanın simetrisinde Amor merkezi bir konumda bulunuyor. Mesela ileride, o sevimsiz Marina halanın bir kopyası olan Astrid ya da kavga ettiği babasının bir kopyasına dönüşen Anton ve hatta Anton’un mutsuz karısı Desirée de kendilerini, kendilerini bile şaşırtacak biçimde sadece Amor’a açıyorlar. 

Amor, romanın merkezi teması olmasa da önce vejetaryen ve ardından da vegan oluyor. Dahası küresel ısınmadan bahsedilen pasajların da yine bizzat anlatıcısı. Çağdaş romanlarda artık çokça karşılaştığımız bir şey bu. Roman doğrudan kendisine küresel ısınmayı, hayvan haklarını ve vejetaryenliği/veganlığı konu edinmese de anlatının içinde kahramanlar bu meselelerde hem görüş bildiriyor hem de tavır alıyor. Değişen toplumsal hayat, romana ve romancıya kendisini işte böyle yavaş ve derinden dayatıyor.

İçeriğine dair bir şeyler anlatarak okur için romanın büyüsünü kaçırmak istemediğimden şu kadarını söyleyeyim: Hayli fiyakalı bir teknikle yazılmış Vaat, bu yıl içinde okuduğum en iyi beş romandan biriydi.  

Vaat
Damon Galgut
Türkçeleştiren: Hasan Can Utku
Editör: Ayşegül Utku Günaydın
Delidolu Yayınları, 280 sayfa
Show More

1 Comment

  • Reyhan Kuyumcu
    Reyhan Kuyumcu

    Kitabı neden bu kadar beğendiğimi Gökhan Yavuz Demir’in açıklamalarıyla daha da iyi anladım. Özellikle perspektif değiştirme konusu gerçekten etkileyici ustalıkta. Teşekkürler.

Comments are closed